Ana içeriğe atla

Vasatlaşmanın sistematiği 3 - Kanaatler toplumu

Bir önceki yazıda günümüzde kurumlara ve toplumsal işleyişe egemen olan mutabakat ilkesinin sinema ve kültür alanında süregiden vasatlaşma ikliminde nasıl bir rolü olduğuna dair düşüncelerimi paylaşmıştım. Bu yazıda ise, bugünkü toplumsal yapıya dair ikinci bir eleştirel bakış açısının, 'kanaatler toplumu' kavramının yardımıyla açmak istediğim tartışmaları biraz daha genişletmek istiyorum. Ama tabii ki öncelikle bunu biraz daha net tanımlamak iyi olur. Bu yazıya da ilham veren ve bu kavramı teorik incelemesinin merkezine yerleştiren Ulus Baker'in 'kanaatler toplumu'na dair kapsamlı eleştirilerini özetlemek maalesef pek de mümkün değil. Yine de bir önceki yazıda giriş niteliğinde yaptığım tanımlamayı biraz daha somutlaştırmaya çalışayım. Kanaat kendine has ya da hakikatli bir düşünüşün ifadesi değil de hazır olarak edinilmiş bir yargının, basitleştirilmiş ve nüanslardan arındırılmış, basma kalıp bir görüşün ifadesi olarak tanımlanabilir. Latince kökenli 'opinion' ya da Yunanca kökenli 'doxa'nın karşılığı olarak düşünülebilir. 'Kanaatler toplumu' dediğimiz ise en yalın haliyle öznel ve hakikatli düşünmenin neredeyse imkansızlaştığı, söylemlerde kısa ve öz oluşun, hızlılığın, basit, anlaşılır olma ve üzerinde ortaklaşılır olma mecburiyetinin öne çıktığı, hayal etme ve yorumlama kapasitelerinin en aza düşürüldüğü, kişiler arasındaki fikri etkileşimlerin genişleten değil de daraltan, indirgemeci bir yapıya büründüğü bir toplumsal düzeni ifade ediyor. Bu tanımın neredeyse distopik bir tınısının olması bizi yanıltmasın, Ulus Baker aslında tam olarak günümüz toplumundan bahsediyor. Hatta, bu meseleyi derinlemesine ele alan doktora tezini yazmaya başladığı ve fikirlerine zemin olan 90lı yıllara kıyasla tam da bugünün siber-sosyallik imkanları üzerinden aşırı etkileşimli, kutuplaşmış, kalıplarla ve hazır yargılarla düşünmeye yatkın toplumunu tarif ediyor denebilir.

Kanaatler toplumunun pratikteki işleyişine baktığımızda mutabakat ilkesi ile karşılıklı bir etkileşim içinde olduğu söylemek mümkün. Bir kanaati üreten mutabakatın parçası olduğumuzda hem katılımımızla o kanaatin meşruiyetini güçlendirmiş oluyoruz, hem de meşru bir kanaatin örgütlediği kısa ömürlü, geçici bir cemaatin parçası olarak kendimizi güçlü hissediyoruz. En basit haliyle bir örnek vermek gerekirse bir filmin 'iyi olduğunu düşünenler' ve 'kötü olduğunu düşünenler' olarak iki gruba ayrılıp aynı kanaatte olduğumuz insanlarla kurduğumuz bağ üzerinden geçici bir cemaatin (x'i beğenenler ya da beğenmeyenler cemaatinin) parçası oluyoruz. Diğer taraftan o kanaati savunan neferlerden biri olarak da parçası olduğumuz grubun etkisini güçlendirmiş oluyoruz. Ulus Baker bu ilişkiyi şöyle tanımlıyor: "Kanaat bireyi bir grubun mensubuna dönüştüren şeydir ve yalnızca bir kişi dile getirmiş olsa bile hiçbir şekilde bireysel kanaat olamaz. Kanaat, grup tek bir gerçek kişiden oluşsa dahi, bir grup mensubu olarak özne haline gelmenin edimsel yoludur."¹ Buna ek olarak, bir kanaat etrafında örgütlenen grup ne kadar kalabalıksa ve ne kadar geniş bir uzlaşıyı temsil ediyorsa kanaatler o ölçüde nesnel ve tartışmaya kapalı kabul ediliyor ve bu kanaatlerin başkalarını kendine çekme ve etkileme gücü de o ölçüde büyük oluyor. En çarpıcı örneklerini siyasi kamplaşmalarda ve linç söylemlerinde gördüğümüz bu işleyişin filmler ve diğer sanatsal üretim biçimleri üzerinde de ciddi bir etkisi var. Bugün bu kanaat etkileşimlerinin en baskın biçimde varlık gösterdiği platformlar sosyal medya uygulamaları olsa da bu yalnızca orayla sınırlı kalan bir durum değil. Hatta sosyal medyanın ortaya çıkışına ve şu anki karakterini edinmesine kanaatler toplumunun yol açtığını iddia etmek çok da yanlış olmaz. Bu anlamda sosyal medya toplumun yapısını dönüştüren değil de, onun halihazırda var olan mekanizmalarını kristalize edip belirginleştiren bir özellik taşıyor denebilir.

Bugün topluma hakim olan bu kanaatler düzeni sinema alanını da etkisi altına almış durumda. Dünya genelinde filmlere dair kanaatler öncelikle endüstrinin temel aktörlerinden festivaller, dağıtımcılar ve sinema basını tarafından üretiliyor. Bu kanaatler daha sonra gündelik hayata ve onun yansıması olan sosyal medyaya yayılıp varlığını perçinlerken karşı kanaat gruplarını da tetikliyor. İçi boş polemikler ve sürekli yeniden üretilen kamplaşmalar halinde ilerleyen tartışmalar, üzerinde konuşulan filmler hakkında dile getirilecek hakikatli düşünceler varsa bile bunları değersizleştiriyor ve genellikle ortaya çıkmalarına engel oluyor. Kanaatler toplumu tam da bu içi boş zıtlaşmalar (ya da bazı durumlarda tek sesleşmeler) üzerinden egemenliğini yeniden ve yeniden tesis ediyor. Ulus Baker bu zıtlaşmalar içerisinde hakikatin değersizleşme sürecini şöyle ifade etmişti: "Günümüzde kimse, kanaati başkalarınınkine zıt olduğu için suçlanamaz. Kanaat, hakikate ulaşmada taşıdığı kalkış noktası olma değerini yitirmiştir. Hakikatse, özel araştırma araçları ile yani 'kamuoyu araştırmaları' ile ortaya çıkarılıp formüle edilebilecek umumi, şekilsiz bir kanaatler yığınına indirgenmiş görünmektedir."²

Baker günümüzde sosyal bilimlerin, özellikle de sosyolojinin istatistiki metotlara yaslanarak sadece kanaatleri derleyen ve kanaatlerden kanaat üreten bir konumda oluşunu eleştiriyor. Bunun sinema dünyasındaki karşılığı ise internetin de imkan verdiği araçlarla oluşturulan puanlamalar, listeler, ortalamalar, anketler. Bugün sinema izleyiciliği açısından şakayla karışık da olsa bir 'imdb' kuşağından söz ediliyor. Oradan başlayıp artık neredeyse bütün sinema sitelerine yayılmış olan puanlama ve anket sistemleri herhalde filmlerle ilgili en hakikatsiz ve içi boş kanaat derleme biçimlerinden biri. Metacritic, Rotten Tomatoes, Letterboxd, Allocine, yıl sonu oylamaları, yirmi yılın enleri oylamaları, tüm zamanların en iyileri anketleri ve belki de bunların hepsinden daha fazla değer atfedilen, neredeyse hükümet seçimlerine yaraşır bir oylama tantanasıyla seçilen Oscar ödülleri. Sinemasal kanaatlerin kanaatlerinin kanaati.

Bu noktada "kimse bunları gerçek anlamda ciddiye almıyor" denebilir. Bunun, doğruluğu tartışılır bir tespit olması bir yana (zira bence ciddiye alan çok insan var) esas mesele kimin neyi ciddiye aldığından çok söylemsel alanı domine eden ve hakikatli tartışmalara, kanaatleri aşan öznelliklere yer bırakmayan bu eğilimin yayılmacı yapısı. Günümüzde birçok başka konu gibi filmler de kanaatler etrafında örgütlenmiş bu geçici (hatta günübirlik denebilecek) cemaatlerin harcı oluyor. Bir filme olumlu ve olumsuz yaklaşanlar arasındaki kamplaşma kısa sürede bütün nüansları yok eden, filmleri birer münazara nesnesi haline getiren bir itişmenin dinamiği haline geliyor. Bu sürece sosyal medyanın influencer veya fenomen diye adlandırılan etkili kanaat yayıcıları, anonimlik zırhı altında polemik kovalayan siber-lümpenler ve her uzmanlık alanının kendine has ateş körükleyici trolleri de dahil olunca farklı bir sözün ya da bakışın ortaya çıkabileceği zemin kalmamış oluyor.

İnternetin ve sosyal medyanın getirdiği yüzeysellik ve bayağılık bir yana, bugün sinema yazını da bu ortamın etkisiyle kanaat bildirimi pratiğinin bir mecrası haline gelmiş durumda. Festival programlarının aşırı yoğunluğu içinde, geç kalmamak için hızla ve çalakalem üretilen değerlendirmeler ister istemez türlü saiklerle filmlerin etrafında oluşan söylemsel harelerin etkisinde kalıyor. Belli hazır düşünme kalıplarının ve bir takım formülleşmiş üslupsal yaklaşımların sürekli tekrarıyla görevini hızlıca yerine getirip bir sonraki göreve koşmak üzere üretilen bu metinler tüm dünyada sinema basınına hakim olan bir eğilimin sonucu. Bunun (ve aslında kanaatler toplumuna dönüşmüş olmanın) temel nedenlerinden biri sinemanın üretiminden eleştirilmesine kadar bütün alanlarına egemen olan neoliberal kültür endüstrisi pratikleri. Niteliğin değil niceliğin değer kazandığı, istismara imkan tanıyan bir esnek çalışma fikri üzerinden dayatılan aşırı hız ve verim talebi eleştirel alanda kanaatler hakimiyetinin ötesine geçmeyi neredeyse imkansızlaştırıyor. Bu durum her geçen gün daha da güvencesizleşen fikir ve kültür üreticilerinin sırtında da ciddi bir yüke dönüşüyor.

Bu aşırı hız ve verim talebine ek olarak 'geçicilik' kavramı da etkisi ve yaygınlığı artan bir şey. Eskiden sözün uçuculuğuna karşı yazının kalıcılığı olumlu bir nitelik olarak vurgulanırdı. Bugün yazı da söz ve imajlar gibi (ya da onlarla birleşerek) uçucu hale gelmiş durumda. 'Geçicilik' bir söylem stratejisi olarak hakimiyetini her geçen gün daha fazla dayatıyor. Dijitalleşmenin ve sosyal medyanın egemenliğinde storyler, kendi kendine silinen durum bildirimleri, sürekli bir akış içerisindeki timelinelar kaydı tutulamayan ve kalıcılığı olmayan bir sosyal-görsel söylem alanı yaratıyor. Bunun tamamen kötü bir şey olduğunu söylemek tutucu ve tepkisel bir tavır olur. Ama bugün her şeyin uçuculaştığı bir imajlar alemiyle ve aşırı hızlı, hiperaktif denebilecek bir değişimin mekanı olan siber kamusal alanla ne yapacağımız sorusu sinemayı çokça aşan, bütün kültürel üretimleri ve politik ufkumuzu ilgilendiren temel meselelerden biri. Buna dair stratejiler geliştirmek ve bu stratejileri gündemde tutmak önemli diye düşünüyorum.

Bu kanaatler düzeni başka bir boyutta da film üretim süreçlerini hakimiyeti altına alıyor. Filmler üzerinde böylesi cephe savaşlarının veriliyor olması, filmlerin daha görücüye çıkmadan bir kanaat üretimi sürecinin nesnesi haline gelmesi film yapanları bu çarpışan kanaat dalgalarının parçası olmaya, üretilen eserleri de film-kanaatlere dönüşmeye itiyor. Film üreticileri kadar festival seçicilerinin, dağıtımcıların, satış acentalarının, fon yürütücülerinin ve sinema basının belirlediği trendler ve modalar sinema alanında neyin makbul, dolayısıyla finanse edilebilir, pazarlanabilir ve kârlı olduğunu belirliyor. Sonuç olarak da bu yan ya da ana akımlardan birine dahil olamayacak filmler ya üretilemiyor ya da üretilirken belli bir tornanın etkisinde ehlileştirilip güdükleştiriliyor. Bugün ilginç olabilecek, yeni ufuklar açabilecek birçok fikrin filme dönüştüğünde belli bir vasatın içinden çıkamamasının sebebi bu diye düşünüyorum. Başarının oyunu kuralına göre oynamaya, kapitalist anlamda atılımcı bir aklın ve pazarda yer kapma hırsının gücüne bağlı olduğu bir sinema ortamında yönetmenler ve yapımcılar da birer iş insanına, sinema borsası diyebileceğimiz muğlak bir estetik ve dramatik trendler piyasası içinde doğru rüzgarı yakalamaya çalışan girişimcilere dönüşüyor. Başarılı bir yönetmen olma, festivallere kabul edilme, ödüller alma mecburiyeti çoğunlukla film yapma arzusunun önüne geçiyor.

Diğer yandan sinemanın üretim olanakları her geçen gün daralsa da üretilen film sayısı yükseklerde seyretmeye devam ediyor. Bunun da vasatlaşmaya etkisi kaçınılmaz fakat, bu durum yeni değil. Sinema tarihi boyunca tekrar tekrar gündeme gelen ve birçok farklı isme 'sinemanın ölümü'nü ilan ettiren bu meseleye bakışını "Sinema 2: Zaman-İmge" kitabında Gilles Deleuze şöyle açıklıyor: "[...] süregiden vasatlaşma görkemli bir resim sanatının var olmasını engellememiştir. Fakat berbat eserlerin yaygınlığının en temel hedef ve kapasitelerini doğrudan sorgulanır hale getirdiği endüstriyel bir sanatın koşullarında bu durum aynı değildir. Sinema kendi niceliksel vasatlığının elinde can vermektedir."³ Aynı şekilde bu sayısal artışın günümüzdeki niteliksel vasatlığın lokomotiflerinden biri olduğu da söylenebilir. Dolayısıyla eleştirel bakış ihtiyacını sadece filmlerin içeriğine dair bir alanla sınırlı tutmamak, bunu yapısal meselelere, üretim ve gösterim pratiklerindeki neredeyse tabu kabul edilen noktalara yöneltmekte de fayda var.

Jacques Rancière’in "Özgürleşen Seyirci" kitabında 'kritik' kavramı için işaret ettiği gibi, Türkçedeki 'eleştiri' kavramı da elemekten, yani ayrıştırmaktan geliyor. Bir sanat eserine içkin olan anlamla onu deneyimleyen izleyicinin duyumunu, yani öznellik sonucu kendi ürettiği anlamı birbirinden ayırma, bu ikisinin örtüşmesi gerektiğine dair var olan mutabakatı bozma, suyu bulandırma, önümüzde duran manzarayı flulaştırma sanatı denebilir eleştiri için. Bir eseri anlaşılır kılmaktansa dayatılan 'anlama' biçimlerine karşı çıkması, izleyicinin kurabileceği farklı anlamaların önünü açması beklenir. Eleştirinin amacı kanaatler etrafında geçici cemaatler, lehte ve aleyhte olma kampları yaratmak değil bilakis birlik halinde olan kanaatleri parçalamak, dağıtmak, ayrıştırmak ve bu yolla fikirleri ve potansiyel düşünme biçimlerini çoğaltmak olmalıdır. Tabii ki burada 'eleştiri'den kastım yalnızca eleştiri yazını dediğimiz sınırlı alan değil; bu kriterlerin eleştirel aklın ve bakışın devreye alındığını varsaydığımız her türlü etkileşim pratiği için geçerli olduğunu söyleyebilirim. Sanatçıların birbirlerinin eserleri hakkında yazıp söylediklerinden gündelik siyasete dair yaptığımız yorumlara ve müdahalelere, akademik ve teorik alandaki tartışmalardan sosyal medya üzerindeki anlık ve geçici etkileşimlere kadar geniş bir alanda, kanaat çatışmalarını aşan yeni ve radikal bir eleştirel yaklaşımın devreye sokulmasının içinde sürüklendiğimiz vasatlaşmayı aşmak için elzem olduğunu düşünüyorum. 'Eleştiri' kavramını merkeze almaktaki ısrarım da bu yüzden.

Diğer taraftan kanaat cemaatlerinin içinde yer alma arzumuzun temelinde kırılganlığımızı azaltma ya da birey olarak yetersizliklerimizin varlığımız üzerimizdeki etkisini hafifletme çabası olduğuna inanıyorum. Sevilme arzumuz, bir grubun parçası olma isteğimiz, bunun tersi olan dışlanma korkusuyla kol kola. Bu git gelli durum hem yan yana durduğumuz insanlardan farklı düşündüğümüzde bunu ifade etmekten çekinmemize yol açıyor hem de bizden farklı düşünenlerle yüzeysel bir münazaranın ötesine geçen diyaloglar kurmamızın önüne geçiyor. Böyle bir toplumsallaşma pratiği içinde hakikatli bir eleştirinin ortaya çıkmasını beklemek zor. Oysa bunun için neyin gerekli olduğunu Mark Fisher çok güzel tarif etmişti: "Birbirimizi suçlayıp taciz ederek sermayenin işini göreceğimize, yoldaşlık ve dayanışmayı nasıl inşa edeceğimizi öğrenmeliyiz; daha doğrusu, yeniden öğrenmeliyiz. Bu, her zaman hemfikir olmamız gerektiği anlamına gelmiyor elbette – aksine, dışlanma ve aforoz edilme korkusu yaşamadan fikir ayrılığına düşebileceğimiz koşulları yaratmalıyız."



---



NB: Bir önceki yazıda mutabakat ilkesinin nasıl fikri nüansları ortadan kaldıran bir budama ve basitleştirme işlevi gördüğünden ve toplumsal alanda hissettiğimiz ortaklaşma mecburiyetinin nasıl basma kalıp yargı formülleri ürettiğinden bahsederken kanaatleri mutabakatların dışavurumu olarak tanımlayabileceğimizden de söz etmiştim. Fakat üzerine düşününce bu ifadenin doğru olmakla birlikte yanıltıcı da olabileceğini fark ettim; çünkü bu cümleden çıkarılabilecek anlamın aksine, mutabakatın kanaatten önce var olan, onun öncülü olan bir şey olduğunu düşünmüyorum. İkisi de birbirinin olmazsa olmazı, eşzamanlı var olma koşulu demek daha doğru olur. Bir mutabakat kendini ancak kanaatler üzerinden var edebilir. Kamusal olarak ifade edilmemiş, yani kanaatler etrafında örgütlenmemiş bir mutabakat mümkün değildir. Aynı şekilde bir kanaat de ancak ve ancak bir mutabakat oluşturarak, yani kendisi etrafında bir topluluğu örgütleyerek ortaya çıkabilir. Diğer taraftan toplumsal alanda bir grup olarak tanımlanabilmenin koşulu da bir mutabakat etrafında uzlaşmış olmaktır. Bu anlamda kanaatler toplumu dediğimiz şey aslında mutabakat rejimiyle aynı toplumsal işleyişi işaret ediyor; fakat bunlar iki farklı bakış açısını, aynı olguya dair iki farklı ele alma biçimini temsil ediyor denebilir.


¹: Ulus Baker - Kanaatlerden İmajlara, Duygular Sosyolojisine Doğru - İstanbul, Birikim Kitapları, sf. 61-62
²: Ulus Baker - age, sf. 61
³: Gilles Deleuze - Cinéma 2 - L'image-temps, Les Éditions de Minuit, epub. (çev. EY)
⁴: Mark Fisher - Vampirler Şatosundan Çıkmak - E-skop, 4/8/2017, (çev. Ayşe Boren)



---



PS: Bir video ve iki yazı önerisi

Kendi yolunda ısrar eden ve bir şekilde onu dışlayan sisteme kendini kabul ettirmeyi başarmış yönetmenlerden Pedro Costa'nın sinemanın gidişatına dair isyan ve endişe dolu monologu. Fazlaca karamsar ve yer yer nostaljik bir bakışı olsa da yaptığı eleştirilerin keskinliği ve cesareti açısından etkileyici bir konuşma. Maalesef İngilizce.



-

Ulus Baker'in kavramsallaştırmasından hareketle bugünün toplumsal ortamına ve siyaset üretme biçimlerine dair keskin bir eleştiri yazısı.

Bir 'Kanaat Toplumu' Olarak Türkiye ve İşlevsel 'Entelektüelleri' - Zafer Yılmaz - Ayrıntı Dergi, 2017

-

Ulus Baker'in 'Kanaatler Toplumu' kavramına dair giriş niteliğinde bir tanıtım yazısı

Ulus Baker'in Önerisi: 'Duygular Sosyolojisi' ya da Duygu ile Düşüncenin Evliliği - Onur Kara - Toplum ve Bilim, 2010, Sayı 119

Yorumlar

  1. İşin podcast/youtube ahkamcılığı boyutunu da ekleyebiliriz. Artık neden kimse görüşünü normal bir dille ifade etmiyor?

    YanıtlaSil
  2. Evet kesinlikle katılıyorum. Aslında bu mecralar kendi içlerinde sosyal medya akışları ve storylere kıyasla umut veren bir potansiyele de sahip. Ama maalesef bugünkü kullanımları genel itibariyle oldukça kötü. Bunun nedeni bence de tam senin dediğin ahkâmcı dil. Ahkâm kanaat dediğimiz şeyin geçerli üslubu herhalde. Bu ara moda olan o deyimi getirdi aklıma: "yargı dağıtmak". Pek pohpohlanıyor yargı dağıtan reyizler.

    YanıtlaSil
  3. Yazının büyük çoğunluğuna katılmakla beraber kişisel bir yerden Letterboxd vs. gibi sitelerle ilgili söylediklerini eleştirebilirim. Biraz kışkırtıcı ve yanlı buldum bu kısmı.

    Bu siteler, filmleri puanlamaktan öte kişisel sinema yolculuğunda nelerin değiştiğini görmek, deneyimlemek ve yeni filmler keşfetmeyi sağlıyor. Hatta hiç yolunun kesişmeyeceği filmleri izleme fırsatı doğuruyor, bence bu yönden de bakmak lazım. Özellikle festivallere erişimi olmayan insanlar için çok çok değerli olduğunu düşünüyorum. Tayland, Taiwan gibi ülke sinemalarında hiç aklıma gelmeyecek/bulamayacağım filmlere erişimimi de bu sitedeki listeler, sosyal ağ kaynaklı önüme düşüren yapısı sayesinde sağladım ve sinemayla aramda güçlü bağ yakalamama sebep olan şey bu filmler oldu. Onun ötesinde mesela geçtiğimiz günlerde Moritanya yapımı bir filmi izleme sebebim direkt olarak bu siteydi, asla aklıma gelmezdi ve film beni çok etkiledi. (Bahsettiğim film: Heremakono, 2002) Bu tip sitelerin tatlı yanlarından biri gibi :)

    Yazınla paralel olarak IMDB, dediklerine hizmet eden bir yapıya sahipti. Kontrol ettim, 7 yıl güncel olarak kullanmışım ve tamamen bahsettiğin puanlama sistemi odaklı yaklaşımım vardı benim ve çevremin. Letterboxd’ın sosyal yapısından kaynaklı olarak bu yaklaşımın çok değiştiğini ve yazıdaki fikrin eskide kaldığını düşünüyorum.

    Bunun ötesinde tekrar dönüp izlemek istediğim filmlerde veya risk alacağımı düşünerek çok da hevesli olmadığım ama izlemeyi düşündüğüm filmlere zevkimin uyuştuğu arkadaşlarımın yaptığı yorumları, puanlamaları görmek çoğu zaman sorguladığım şeyler oluyordu fakat sonunda hep işime yarayan sonuçlar doğurduğunu fark ettim.

    Tabii bu sitelerin de popülist yanları, ucuz yorumları var fakat geçenlerde bir yönetmenin kendi filmine yapılan Letterboxd yorumundan ne kadar etkilendiğini anlattığı bir tweetini gördüm, bence böyle sitelerin güzel şeylere yol açabileceğini de göz ardı etmemek lazım.

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Hiper-etkileşimlilik çağında sinemanın ve eleştirinin sefaleti

Bir süredir, tarihin (ve sinemanın) bir nevi sonuna geldiğimiz hissiyle cebelleşiyorum. Her ne kadar bu hissin yanıltıcılığının farkında olsam da üzerine düşünmek beni ister istemez içinde yer aldığım bir faaliyet alanının işleyişini, yani sinema üretme modellerimizi ve genel olarak yaratım süreçlerini etkileyen karamsar bir tabloyla yüz yüze getirdi. Benim de parçası olduğum bir sanatsal pratiğin sistem tarafından artık manidar işler üretemeyecek biçimde formatlanmış oluşu sinemaya dair sorgulamaları da peşinden getiriyor. Öncelikle şu tarihin sonu hissimi biraz netleştirmek istiyorum. İçinde bulunduğumuz dönemin işleyişini inanılmaz bir keskinlikle tespit eden İngiliz teorisyen Mark Fisher günümüzün kültürel dünyasını betimlerken yeninin ortadan kalktığı, her şeyin var olanın yavan bir tekrarı olduğu bir kısırlıktan, metaforik ölüm halinden bahsediyor ve soruyor: “Bir kültür yeni olmaksızın nasıl varlığını sürdürebilir? Eğer gençler, sürprizler üretme gücünden artık yoksunsa ne ...

Vasatlaşmanın sistematiği 1 - Durum tespiti

Oldukça iddialı bir başlık olduğunun ve bunun hakkını vermenin kolay olmayacağının farkındayım ama yine de elimden geleni yapacağım. Bu ve arkasından gelecek olan yazılardan oluşacak bir dizi paylaşım daha geniş biçimlerde tartışılması ve kolektif olarak üzerine kafa yorulması gerektiğini düşündüğüm meselelere dair önermeler ve fikirler ortaya atma girişimi olacak. Temel olarak, yakından ve içeriden bildiğim bir alan olan sinema üretiminin işleyişini esas alacağım ama aslında burada bahsetmek istediğim konuların başka sanatsal ve kültürel üretim alanlarındaki sorunlarla da örtüşen tarafları olduğunu düşünüyorum. Hatta bu meseleleri başka üretim pratiklerinden gelen arkadaşlarla tartışmak bence çok önemli. Umarım böyle bir diyalog da mümkün olur. Uzunca bir süredir ve Türkiye'yi de aşan küresel bir durum olarak kültür ve sanat alanındaki vasatlaşmadan bahsediliyor. Bunda otoriterleşen ve genel olarak sağcılaşan siyasi alanın etkisi yadsınamaz. Fakat burada, görünür yüzeyin ötesi...

Nelere gülebiliriz? Kimleri eleştirebiliriz? - Mizahın Etiği, Eleştirinin Sınırları

Pınar Fidan'ın sosyal medyada kitlesel bir saldırıya maruz kaldığı günden beridir bir şeyler yazmak istiyordum ama bir türlü yolunu ve formülünü bulamamıştım. Bir yandan da toplu hezeyanların bitmediği ülkemiz başka vakalar üzerinden konuyu tekrar ve tekrar hatırlatmaktan geri durmadı. Biraz kafamı toplayıp içime dert olan ve birbirine temas eden iki konuya dair kafamdaki soruları ve düşünceleri yazıya dökmeye karar verdim. Bahsettiğim bu iki konuyu mizahın etiği ve eleştirinin sınırları olarak tanımlayabilirim. Öncelikle olay gününe geri dönmek ve kendi açımdan seyrini anlatmak istiyorum. Twitter’da Pınar Fidan’ın şovundan kesilen videoyla karşılaşmam birçok insanın aksine övgü ve destek dolu birkaç paylaşım vesilesiyle oldu. Sosyal medyada da takip ettiğim bazı tanıdıklarım Fidan’ın paylaşılan videosundaki mizahı çok zekice, cesur ve yenilikçi bulmuşlardı. O esnada saldırıya geçmiş gruptan kimseyi takip etmediğim için ilk izlenimim bence sakil ve özentili bir mizah yapan bir k...