Bir süredir, tarihin (ve sinemanın) bir nevi sonuna geldiğimiz hissiyle cebelleşiyorum. Her ne kadar bu hissin yanıltıcılığının farkında olsam da üzerine düşünmek beni ister istemez içinde yer aldığım bir faaliyet alanının işleyişini, yani sinema üretme modellerimizi ve genel olarak yaratım süreçlerini etkileyen karamsar bir tabloyla yüz yüze getirdi. Benim de parçası olduğum bir sanatsal pratiğin sistem tarafından artık manidar işler üretemeyecek biçimde formatlanmış oluşu sinemaya dair sorgulamaları da peşinden getiriyor.
Öncelikle şu tarihin sonu hissimi biraz netleştirmek istiyorum. İçinde bulunduğumuz dönemin işleyişini inanılmaz bir keskinlikle tespit eden İngiliz teorisyen Mark Fisher günümüzün kültürel dünyasını betimlerken yeninin ortadan kalktığı, her şeyin var olanın yavan bir tekrarı olduğu bir kısırlıktan, metaforik ölüm halinden bahsediyor ve soruyor: “Bir kültür yeni olmaksızın nasıl varlığını sürdürebilir? Eğer gençler, sürprizler üretme gücünden artık yoksunsa ne olur?”1. Neoliberal kültür endüstrisinin vasatlık kıskacı bizi elimizdekiyle yetinmeye, bu ölüm haliyle barışmaya itiyor sürekli. Hatta daha iyisinin olamayacağına o kadar inandırmış ki bizi, asgari düzeyi tutturan işleri bile abartılı sevinç nidalarıyla karşılıyoruz. Yaratıcı tıkanıklık çağının tatsız tuzsuz, çorak iklimindeyiz şimdilik. Fakat etrafımdaki birçok insanla ortaklaştığımız bu hissiyat üzerine yeterince tartıştığımızı düşünmüyorum. Beni daha sistematik biçimde yazma fikrine iten de bu tartışma ihtiyacı sanırım.
Bu yazıyı aynı zamanda önümüzdeki günlerde birkaç filme dair yazmayı planladığım eleştirilere bir giriş olarak da düşünüyorum. O yazılarda burada sormaya çalışacağım soruları geçtiğimiz iki yılda hem içerikleriyle hem de Türkiye özelinde etraflarında oluşan çoğunlukla homojen eleştirel yaklaşımla beni sinemanın bugünü ve geleceği üzerine düşündüren üç filmden hareketle tartışmak istiyorum: Borç (Vuslat Saraçoğlu, 2018), Kız Kardeşler (Emin Alper, 2019) ve Roma (Alfonso Cuaron, 2018). Bu üç birbirine benzemeyen filmi benim için bir araya getiren şey, eleştirel alanda görece bütünlüklü karşılıklar bulmuş olmaları. Borç farklı biçimlerde olumsuzlanır ya da göz ardı edilirken diğer iki filminse olumlu bir coşkuyla kabul görmesi hem sinemanın biçimsel anlamda nereye doğru gittiği (ya da gidemediği) üzerine, hem de eleştiri - üretim ilişkisinin bu gidişatı nasıl etkilediği üzerine önemli sorular açıyor. Çok kısaca belirtmek gerekirse Borç'un ortaya attığı özgün ve ilginç fikirleri varolan sinemasal sistemin dayattığı birtakım yapısal ve teknik vasatlıklara kurban ederek görünmezleştirdiğini, Roma ve Kız Kardeşler'inse sistemin çizdiği sınırlar içinde kalmaya baştan gönüllü olduklarını düşünüyorum. Bunlara bir de Türkiye’de henüz gösterime girmemiş olan Nuestro Tiempo’yu (Carlos Reygadas, 2018) eklemek istiyorum. O da yönetmeninin şöhretine rağmen uluslararası alanda genellikle olumsuz bir tepkiyle karşılanmış ve bir oranda görmezden gelinmiş bir film. Bana kalırsa da bu dörtlü arasında vasatı aşmaya gerçekten hamle eden, var olan sinema yapma biçimlerine, pratiklerine karşı gelme çabası gösteren tek film. Fakat maalesef zorladığı sınırları aşabildiğini de düşünmüyorum. Bunlar tabii ki tartışmaya açık yorumlar. Yine de değinmeden edemedim çünkü kamusal alanda Roma ve Kız Kardeşler’in abartılı bir övgüyle karşılanırken çok temel olan eleştirilerden mahrum bırakıldığını, Borç ve Nuestro Tiempo’nun ise bütün sorunlarına rağmen özgün ve tartışılası niteliklerinin göz ardı edildiğini düşünüyorum. Fakat bunların neler olduğu filmler üzerine yazmayı düşündüğüm yazıların konusu. Buradaysa bu dört örneğin de ötesine geçen, filmlerin değerini belirleyen fakat sinema üretimindeki vasatlaşmanın derinleşmesine müdahale etmekte yetersiz kalan süreçlerden biri olan eleştirel alandan bahsetmek istiyorum.
Sinema eleştirisi hala belli bir oranda basılı yayıncılık ve internet yayıncılığı şeklinde icra ediliyor. Fakat bu mecraların filmler üzerinde kanaat oluşturma gücü oldukça azaldı. Daha etkili ve agresif denebilecek bir yayılma potansiyeline sahip olan ise günümüzün egemen iletişim kanalları olan sosyal medya ve kişisel mesaj ağları. Hedefi vurma çabasını tetikleyen mikrobloglar, parçalı fikirlerin hızlı ve tüketilebilir biçimde ifade edildiği paylaşımlar, geçişimli biçimde ve farklı kombinasyonlar halinde örgütlenmiş mesajlaşma grupları... 'Eleştirel alan' kavramını bu ikisini bir araya getiren ve bir filmin (ya da genel olarak eserin) etrafında oluşan söylemler bütününü işaret etmek için kullanacağım. Etkileşimliliğin son derece yüksek olduğu, sanal bir sosyal alandan kaçmanın neredeyse imkansızlaştığı, bildirimler üzerinden sürekli bir uyarılma halinin yorucu etkisi altındaki zihinlerimiz kesilmeyen bir akışa maruz kalıyor. Düşünme ve değerlendirme kapasitelerimizi ciddi oranda zorlayan bir dönüşüm sürecinin ortasında, radikalleşecek bir yaratıcılığın da sürekli biçimde örselenmesi şaşırtıcı olmadığı gibi hakim dünya sisteminin arzuladığı ve ürettiği bir durum. Öyle olunca da ister istemez vasatlığın egemenliği kaçınılmaz hale geliyor ve bundan hepimizin payına belli oranlarda düşüyor.
Yukarıda bahsettiğim dört film, hem sinemasal içerikleriyle hem de etraflarına örülen söylem hareleriyle içinde debelenip durduğumuz bu yaratıcı tıkanıklık çağının semptomlarına yakından bakmak için iyi bir örneklem oluşturuyor. Ama bunlarla sınırlı kalmak bir yana çok geniş biçimde genele yayılan ve bugün üretilen her filme musallat olan bir 'vasatlaşma hayaleti'nden söz etmek mümkün. Var olan sistemin sinemayı belli bir devinimsizliğe, neredeyse sembolik bir ölüme taşıyan yenilik yoksunluğu stratejisinden, eleştirel bakıştan ve orijinallikten uzak, öykünmeci bir üslupsal geri dönüşüm pratiğinden kaçamadığı ya da kaçmaya çalışmadığı noktalarda filmler sinemasal olarak arzu ettikleri güce ulaşamıyor. Fakat buna karşın sıklıkla da, içlerinde barındırdıkları yenilik kırıntılarını ya da özgünlükleri sistemin formatladığı biçimlere kurban ediyorlar.
Eleştirel alanda ise bu durum genellikle çelişkili ve neredeyse rastlantısal bir teorisizlik içinde karşılık buluyor. Gösterildikleri bağlamlara, zamanlamalara, toplumsal ihtiyaçlara göre değer biçilen filmler tamamen akışkan bir kamusallığın ve aşırı etkileşimli bir yargı üretiminin malzemesi konumundalar. Bu rasgelelik içerisinde bir filmde övülen bir özellik diğer filmde yerilen bir şeye dönüşebiliyor. Toplumsal alanda ve belirli bir konsensus pratiğiyle üretilen kanaatlerin bireysel bakış açılarının önüne geçtiği, övgü ve yerginin kitlesel hezeyanlar halinde zuhur ettiği günümüzde her türlü yeniliğin yolunu açacak eleştirel bakışa muhtacız.
Önemli bir parantez açmak gerekirse, herhangi bir yönetmenin kötü filmler yapma, herhangi bir yazarın vasat romanlar yazma hakkının sonuna kadar savunulmasından yanayım. Sevmediği filmler yapan yönetmenlerin, hoşlanmadığı kitaplar yazan yazarların ömür boyu bu işleri yapmaktan mahrum edilmesini isteyecek kadar düşkünleşmiş insanların olduğu bir coğrafyada bunun sürekli hatırlatılması gereken bir hak olduğunu düşünüyorum. Eleştiri kültürünün tamamen ortadan kalktığı, kimsenin yaptığı işin, bakışının, sanatsal niteliklerinin sorgulanmasına tahammül edemediği bir zamanda ve bu tahammülsüzlüğün en keskin haliyle açığa çıktığı bir coğrafyada yaşıyoruz. Bu eleştirel zaruret ortamında, bir açıklık stratejisi geliştirmeyi politik ve etik bir gereklilik olarak görüyorum.
Tabii ki yönetmenlik de yapan biri olarak filmler üzerine (de) yazmaya girişmek riskli bir iş. İnsanın üzerinde baskı oluşturan kanıksanmış bir durum var: eleştirel ve yapımsal alanın yapay biçimde iş bölümlerine ayrılmış olması. İkisi birden olmanın neredeyse imkansızlaştırıldığı bir sistemde mesela birçok film eleştirmeni yönetmenlik yapmaya başladığı noktada filmler hakkında yazı yazmayı bırakıyor. (Bu yapay ayrımın tarihselliğine de bakmakta fayda var, üzerine çalışmak istediğim meselelerden biri de bu.) Bahsettiğim açıklık stratejisinde diğer bir nokta da fazla kişiselleştirilmiş bir üretim alanındaki eleştiriye kapalılık potansiyeli. Başkalarının filmleri üzerine açıklıkla söz söyleyememenin ardında yatan sebeplerden birisi kendi üretimlerimiz üzerine geri dönüş almaktan çekinmemiz olabilir diye düşünüyorum. Bu da daha geniş ve çeşitlilik içeren eleştiri mekanizmalarıyla yeterince zorlanmayan film üreticilerini sistemin dayattığı geri dönüşüm pratiğinin2 içine itiyor. Birbirine son derece benzer filmler, sürekli ve yeniden karşımıza çıkıyor.
Tekrar etmek gerekirse, beğenmediğimiz bir film yapma hakkını kimsenin elinden alamayız. Ya da mesele, kesinlikle vasat bulduğumuz bir işin üretilmesinin yanlışlığı ve bunun engellenmesinin gerekliliği değil. Aksine, bir sanat eserinin iyiliği veya kötülüğünün göreceliliği herkesin malumu. Bu görecelilik, sadece kişiden kişiye değişen bir yorum farkı da değil, bir konudaki yargının tarihsel olarak değişkenliğini de mümkün kılan bir durum. Herkesin bir zamanlar çok sevdiği ama bugün çok kötü bulduğu filmler, kitaplar mutlaka vardır. Ya da bir eleştiri yazısını güzel ve güçlü kılacak olan şey okuyanın düşüncesinde ve yargısında açtığı gediklerdir, en sade haliyle söylemek gerekirse “kafa karıştırması”dır. Fakat biz, görecelilik gibi aşikar bir gerçekliğin ifadesini bile imkansız hale getirecek bu değersiz kanaatler evrenine, herkesin toplu halde sırt sıvazladığı ya da lince giriştiği bu cemaatler düzenine ne zaman ve nasıl hapsolduk?
Fikirlerin çarpışması, çelişmesi ve birbirini katlayarak açması gerekirken bir “aynen”cilik kültürü içinde, sistemik toplumsal yapıların, finansal ilişkilerin, kurumların ve hatta minimal düzeyde de olsa rastlantı faktörünün bile etkili olduğu bir düzenin üretip pazarladığı kanaatleri benimsemekte, kafamızdaki soru işaretlerini hızla iterek parçası olduğumuz toplumsal ağların, ya da daha incelikli bir tabirle içinde var olduğumuz habitusun gereklerini yerine getirmekte niye bir an bile tereddüt etmiyoruz? Gerçek ve özgür bir biraradalığın gerekliliğinin fikir birliği değil de tam tersine fikir ayrılıkları olduğu gerçeğini niye sürekli göz ardı ediyoruz?
Bugün kişisel karşılaşmalarda sanatsal, siyasi ya da gündelik herhangi bir konuda ciddi eleştirileri olduğunu ifade eden insanların, bu görüşlerini parçası oldukları toplumsal ağların yarattığı basınçlarla kamusal alanda açıkça paylaşmaktan geri durmasını, hatta tam tersi bir kanaatte oldukları izlenimini verecek ifadelerde bulunmasını neyle açıklayabiliriz? Hele ki Türkiye özelinde, devletin uyguladığı sansür mekanizmalarıyla boğuşurken bir de sürekli niye bir toplumsal sansür/otosansür mekanizmasına maruz kalıyoruz? Sevilme ve kabul görme arzumuz benliğimizi hızla ele geçirirken, böylesi bir teslimiyete karşı durmayı geçtim, bunu hiç mi dert etmeyeceğiz? Ve sinema özelinde, etrafında oluşan söylem haresinin ve o söylemle kurduğumuz ilişkinin bir filmi izleme deneyimini etkilediğini bilen izleyiciler, film yapanlar ve eleştirmenler olarak, her film izleme anımızda berrak bir bakışı, kanaat dalgalarının etkisinden uzak, kendimize has bir düşünüşü ortaya çıkarmak için ne yapmalıyız? Ve samimiyetle, kendimi de katarak söylüyorum, sinemayı da kapsayan görsel sanatların, medyanın ve imajlar aleminin topyekün seyircileri olarak biz ne zaman ve nasıl özgürleşeceğiz? Bakışımızı özgürleştirmek için önce “söz”ü özgürleştirmemiz gerekmez mi?
Beni bu yazıyı yazmaya iten esas sorular işte bunlar. Cevap vermesi kolay olan, hatta tek bir doğru cevabı olan sorular da değiller elbet. Ve bu sorular sadece sinemaya ve eleştirisine dair de değil. İçinde yaşadığımız çağın gelip de tıkandığı o açmaza, herkesin her konuda birbirini dizginlediği ya da galeyana getirdiği bu hiper-etkileşimlilik yanılgısına ve her şeyin daha iyisinin mümkün olduğuna dair bir tahayyülün yokluğuna dair. Ama maalesef, kitlesel hareketlenmelerin açığa çıkardığı o nadir özgürleşme ve ortak cesaret anlarının haricinde, bayağı ve konformist bir orta halliliğe bir süre daha talim edeceğiz gibi görünüyor. Bunu aşmak istiyorsak eğer, işe sözümüzü sakınmayarak başlayabiliriz.
Dipnotlar:
1. Kapitalist Gerçekçilik, Mark Fisher, Habitus Yayınları, 2010, s:9. Çev: Gül Çağalı Güven
2. Ayrıca kendi başına ele alınması gereken çok önemli bir konu. Var olan üretim pratiklerinin filmler üzerinde nasıl bir vasatlaşmaya yol açtığını kesinlikle yeterince tartışmıyoruz.
Dipnotlar:
1. Kapitalist Gerçekçilik, Mark Fisher, Habitus Yayınları, 2010, s:9. Çev: Gül Çağalı Güven
2. Ayrıca kendi başına ele alınması gereken çok önemli bir konu. Var olan üretim pratiklerinin filmler üzerinde nasıl bir vasatlaşmaya yol açtığını kesinlikle yeterince tartışmıyoruz.
Yorumlar
Yorum Gönder