Ana içeriğe atla

Yorumlar ve geri dönüşler üzerine birkaç küçük not

Pazar günü paylaştığım "Hiper-etkileşimlilik çağında sinemanın ve eleştirinin sefaleti" başlıklı yazıya, gelen tepkilere ve bunların bende yarattığı düşüncelere dair birkaç şey söylemek istiyorum.

Öncelikle yazının kendilerinde de yazma arzusunu tetiklediğini söyleyen, farklı üretim alanlarından çok sayıda insan oldu. Bu gerçekten çok sevindirici bir sonuç benim açımdan. Umarım bu arzular kısa erimli kalmaz ve benzer yazılar güncel sanat, müzik, akademi, siber aktivizm, medya alanlarında da daha çok paylaşılır hale gelir. En azından, bu isteklerini benimle paylaşan arkadaşlarımı yazmaları konusunda motive etmek önümüzdeki günlerdeki gündemlerimden biri olacak.

Diğer taraftan twitter üzerinden gelen, oldukça kafa açıcı ve meselenin farklı boyutlarına değinen sorgulamalar, kişisel deneyim paylaşımları oldu. Bunlardan birkaçına burada değinmek ve o arkadaşlarımın da katkısıyla bir önceki yazıda ortaya atmaya çalıştığım fikirleri bir nebze daha açmak ve mümkün olursa somutlaştırmak istiyorum. Fakat bu tartışmanın sosyal medyanın ötesinde bir boyuta taşınması, farklı yazıların, pratik önerilerin de oluşması iyi olur.

Sinemada, eleştirel alanda (ve diğer birçok üretim alanında) var olan vasatlık ya da vasatlaşma dediğimiz durumun bireysel kapasitelerin ötesinde, film üretiminin yapısal sorunlarının dayattığı, herkesi farklı boyutlarda etkisi altına alan ve temelde bugün hakim olan finansal işleyişlerden, neoliberalizmin dayattığı örgütlenme, ilişkilenme ve hiyerarşi biçimlerinden kaynaklanan bir sorun olduğunu düşünüyorum. Kendi üretimlerimi de bundan azade görmüyorum. Verili üretim pratikleri içinde kaçınılmaz olan bu durumu kabul etmeden tartışmaya başlamak mümkün değil. Dolayısıyla iğneyi herkesin öncelikle kendisine batırması gerekiyor. Birbirimizin ve arkadaşlarımızın işlerini yüzeysel biçimde pohpohlamanın bu sorunları görünmez kılıp toplamda üretimlerimize zarar verdiği ve vasatlaşmanın önüne geçmeyi imkansızlaştırdığı ortada.

Beni yazmaya iten esas faktörse yıllardır arkadaş, meslektaş sohbetlerinde, masalarda, kendi aramızda konuşulan bir konunun artık açıktan ve geniş katılımlı biçimde tartışılması gerektiğine dair bir ihtiyaçtı. Her ne kadar yazının ortaya çıkmasını tetikleyen durumlar olmuşsa da bu tartışma ihtiyacı tekil anlamda kişilerle, gruplarla ya da üretilen işlerle ilgili bir dertten kaynaklı olamayacak kadar geniş ve kapsayıcı. Gelen tepkilerin de yazının bunun ötesinde algılandığına işaret olması sevindirici.

Şahsen, bir soruna dair teorik çerçeve kurmak ya da film eleştirisi yazmak konusunda kimseden daha orijinal, daha yetenekli ya da daha yaratıcı olmak gibi bir iddiam yok. Hatta bilakis öyle olmadığımı düşünmek aslında beni fikirlerimi kamusal alanda ifade etmekten geri tutan bir şeydi. Esas önemli olanın başkalarının yapamadığını ya da onların yaptığının daha iyisini yapmak değil baskılanma hissini aşıp fikirlerimizi ifade edebilmek olduğunu düşünüyorum. Bahsettiğim açıklık stratejisi de bu yönde bir talep aslında. Diğer yandan ortaya attığımız fikirler asla sadece kendi şahsi fikirlerimiz olmuyor. Genelde bunlar konuşarak, tartışarak geliştirdiğimiz, kolektif akıl yürütmelerin sonucu. Bir önceki yazı da böyle, uzun zaman yayılan bir tartışmalar, paslaşmalar, geri dönüşler pratiğinin içinde şekillendi. Ben aslında bu fikirlerin oluşmasına katkı koyan bütün arkadaşlarım adına kağıda dökmüş oldum. Bu anlamda benim adımla yayımlanmış olması sizi yanıltmasın. Fikirler ortak varlığımız.

Vasatlaşma konusuna ve geç kapitalizmin kültür ve sanat üzerinde yarattığı tahribata geri dönersek; bu sorunu tartışmaya açmak önemliyse de bunu aşmanın bireysel olarak elimizde olan bir şey olmadığını bilerek işe başlamalıyız. Bireysel ikbal yaklaşımı sadece bu durumu derinleştirmeye yarıyor. Bu nedenle de kolektif düşünme ve eyleme kapasitelerimizin hızla harekete geçirilmesi gerekiyor.

Bu noktada en başta dediğim gibi twitter'da yazıya gelen tepkilerden birkaç tanesini ve bende açtıkları düşünceleri de kısaca paylaşmak istiyorum:


Ecem'in bu tweeti yazıda bahsettiğim, kanaat birliği hallerinin farklı sesleri baskıladığı fikrinin bir kişinin öznel deneyiminde doğrulanmasına imkan sağlıyor. Bu mekanizmanın temeli işleyişinde bir takım toplumsal kaygılar yatıyor. Başarısızlık, sevilmeme, küçük görülme, dışlanma korkusu sessizliğe, dolayısıyla farklı düşüncelerin ifadesinin örselenmesine sebebiyet veren temel duygu diye düşünüyorum. Bu korkular çok uzun zamandır bizi konuşmaktan, sözümüzü söylemekten alıkoyan şeyler ama son yıllarda artan etkileşimlilik sebebiyle çok daha hızlı ve yoğun bir şekilde bu hislerin baskısı altında kalıyoruz. Bu duyguyu yaşayanların bunun yanıltıcı etkileriyle bireysel düzlemde başa çıkması tabii ki şart ama bunun yapısal bir sorun olduğunu reddetmek de sorumluluktan kaçmak olur. Kadınlar yıllardır söz kesme, konuşma domine etme, mansplaining gibi erkek alışkanlıklarını toplumun yüzüne vurarak birbirimizle nasıl konuşmamız gerektiğini öğretmeye çalışıyorlar. Fakat buna benzer alışkanlıklar başka eşitsizlik içeren durumlar için de geçerli. Mizacen çekingen birine karşı daha girişken biri, deneyimli birine karşı deneyimsiz biri ya da az kişiye karşı çok kişi bu etkileri yaratabiliyor. Başkalarında bu tip sessizleşmelere sebebiyet verip vermediğimiz konusunda umursamaz olma şansımız yok. Herkes söz söylerken başkalarına ne kadar alan bıraktığını gözetmek durumunda. Aksi, söylem baskınlığı yarışıyla birbirinin üstüne çıkmaya çalışanlar ve sessizleşenler olarak daha da ayrışmamıza yol açıyor. Bu da aslında tam bir serbest piyasa mantalitesi, en çok bağıran kimse o en görünür ve dolayısıyla en haklı oluyor. Buna karşı yapılacak iki basit şey var aslında. İlki baskılandığımızı hissettiğimiz noktada, tam da özellikle o noktada sözümüzü sakınmamak (bunun aslında sistemin ürettiği bir durum olduğunun farkında olursak aptal gibi anlaşılmaktan daha az çekiniriz). İkincisi (ve bence daha önemlisi) sürekli kendi iktidar pozisyonumuzu ve başkalarına ne kadar söylem alanı bıraktığımızı sorgulamak.



Aslı ve Gizem'in bahsettiği konu aslında bu her alanda genişleyen vasatlaşmanın temelinde yatan en can yakıcı sorun. Güvencesiz, esnek çalışma şartlarıyla aşırı hızlı biçimde üretilmesi beklenen filmlerin, yazıların, işlerin vasatlıktan kaçamaması kadar anlaşılır bir durum yok. Bu üretim şartları hem üslupsal formülleri, kolaycılıkları fazlaca devreye sokuyor (benzer filmler, benzer yazılar, sürekli birbirinin aynı ifadeler, ayrıştırmanın imkansız olduğu mizansenler, klişeleşen diyaloglar, "her türlü gideri olan" hazır fikirler, vs.) hem de içeriklerin gelişebilmesi için yeterince yaratıcı emek alanı açmıyor. Vakit isteyen düşünme edimini sanatsal ve eleştirel emekten mümkün mertebe dışlayarak bir tektipleşmeyi dayatıyor ve sayısal verimi (festival katılım sayısını, ödül ve izleyici sayılarını, tirajı, okunma ve tık sayılarını) ya da ticari jargonla söylemek gerekirse sürümden kazanmayı öne çıkarıyor. Bu tarz bir üretim pratiğinde vasattan kaçmak imkansız. Mücadele edilmesi gereken şey üretilenler değil bu üretimin koşulları.



Ve son olarak da Aslı'nın burada sorduğu soruları çok önemli buluyorum. Eleştirinin işlevi / görevi kişiden kişiye (izleyici, eleştirmen, film yapanlar) değişse de bunları birbirinden ayrıştırmanın ya da içlerinden birine odaklanmanın mümkün olmadığını düşünüyorum. Tabii ki izleyici değil de yönetmen olarak baktığımda teorik ya da üslupsal anlamda kafa ve ön açıcı eleştiri benim önceliğim oluyor. Bu belki de daha çok kendi yönettiğim filmlere dair bir talep ama başka filmler hakkında yazılan yazıların da bende sinemasal fikirleri ya da sorgulamaları tetiklemesi o yazılarla kurduğum ilişkiyi pozitif olarak etkiliyor. Körfez ve Yuva'nın kurgusu ve sonrasındaki gösterim sürecinde hissettiğim çok ciddi bir kafa açıcı negatif eleştiri ihtiyacı vardı. Fakat birçok (sinema yazarı, yönetemen, film üreticisi) arkadaşımın filmlerin bazı öğeleri hakkındaki olumsuz eleştirilerini ya uzunca bir süre sonra ya da başkalarından duyarak öğrendim. Ciddi bir kısmını da hiç duymamış olabilirim. Bu aslında iki şeye yol açıyor: niteliksiz ve saldırgan eleştirilerin öne çıkıp filme mesafeli olan insanları etkilemesine ve de yönetmen olarak ürettiğin işe dair sürekli yapman gereken sorgulamaları kısırlaştıran bir tasdik çemberinin yakın çevrende oluşmasına, dolayısıyla insanın kendisiyle verimli anlamda mücedele etme ortamının oluşamamasına. Bu, her eleştiri yazısı negatif kanallar da içermek zorunda anlamına gelmesin tabii ki. Bir insan bir filmi bütünlüklü biçimde sevip onaylamak isteyebilir. Ama burada da soru sosyal medya galeyanlarına, bakışımızı ve yargılarımızı etkileyen kanaat dalgalarına, izleyici olarak özgürleşmenin pratiğini nasıl kuracağımıza gidiyor. Çok su kaldıracak bir konu. Umarım üzerine düşünmek ve yazmak isteyenler çıkar.

Bunların dışında çok önemli bulduğum başka yorumlar ve sorular da oldu. Özellikle sosyal medyanın negatif etkisi ve bununla ilgili ne yapılabilir üzerine pratik tartışmaların yapılmasına çok ihtiyaç var. Bu konulara dair yazılar yazacak arkadaşlar da olur diye umuyorum. Eğer bu tartışma için gerçekten bir alan açılabilirse bunun mecrasını sosyal medya platformlarından çıkarmak da kısa vadeli bir mecburiyet gibi görünüyor.

Demişken, aşağıdaki yorum kutusu twitterdan daha kapsamlı bir tartışma imkanı yaratabilir belki, denemek isteyen olursa gözden kaçmasın :)

Yorumlar

  1. yazdığın iki yazıyla ilgili de konuşmak istediğim o kadar çok nokta var ki!.. Nereden başlayacağımı ve buraya nasıl sığdıracağımı bilemiyorum.
    İğneyi kendimize batırarak başlamamız, başkalarını anlama çabamızın besmelesi gibi, ve kesinlikle çok önemli.
    Bununla birlikte eleştirinin kesinlikle bir anlama ve anlam üretme çabası olması gerektiğini düşünüyorum.
    Ayrıca negatif eleştirilerin dolaşıma dedikodu olarak değil de; eleştirilen ürünü anlama çabasını sarf etmiş, mantıklı, argümanları ve dayanakları olan hakkaniyetli bir yazı olarak girmesi gerekiyor.
    Ama maalesef ben de eleştiri yazmak yerine dedikodu yapmayı tercih ediyorum (O zaman iğneyi kendime batırayım hemen)

    YanıtlaSil
  2. Bu durumun başka bir nedeni olarak film sanatını bir "düşünme biçimi" olarak görmekten ziyade sinema sanatını göstergesel kodların okumaya dair oluşan bir kemikleşim bir ön yargıdan kaynaklandığını düşünmekteyim. Çevremdeki sinema ile münasebeti olan insanların genellikle sinemayı bir bulmaca gibi çözmeye çalıştığını gözlemlemekteyim ve bu durumun ateşleyici unsuru olarak filmin içindeki sembolleri(?) çözmek filmi anlamak gibi bir yerden hareket edildiği kanaatindeyim. Sinema sanatını bunların dışında kendi başına ayrı bir "düşünme biçimi" olduğu konusu atlanmakta ve "film eleştirmekten" ziyade "filmi düşünmenin" düşünmenin farklı bir biçimi olacağını düşünmekteyim. Filmleri okumak yerine ve onları felsefenin üzerinede çalışacağı bir şey olmaktan ziyade düşünmenin ayrı bir biçimi olarak görmek elzem bir durum olur. Emre bey, yazdığınız yazıları büyük bir iştah ile okudum. Yazılarınızın devamı bekliyoruz. İyi günler :)

    YanıtlaSil
  3. Bu yazıyı ilk yazdığında yazacağım boyutu dikkatimi çekmemişti. Sonrasında yazdıkların, çeşitli tartışmalar ışığında yazıyı yeniden gündeme getirdiğini görünce ve bu vesileyle bir kez daha okuyunca yeni bir katman dikkatimi çekti.
    Zaten her yazı olabileceği her anlamıyla ayrı ayrı tartışılacak lüksümüz varmışçasına çekiştirile çekiştirile konuşuluyor, bu da pek üretken bir yerden olmuyor. Dolayısıyla bu kervana katılarak konuyu çarpıtmak istemiyorum ama yazının bana düşündürdüğü bu boyutta ihmal edilen bir pozisyon var ve bunun sonucu aslında anlaşmazlıklar konusunda kafamı açtı.

    Bir grup kültür üreticisi var, maddi durumları buna elverişli olduğu için ürettikleriyle geçinmek zorunda değiller. Bu durumun varlığı, etkisi vb. ayrıca tartışılır burada uzatmaya gerek yok ama gördüğüm kadarıyla bu gruba dahil sinema yazarları, yazılarında ele aldığın eleştirilerinden muaf olduklarını zannediyorlar.

    Bu bilinçli bir akıl yürütmenin sonucu, dolayısıyla da farkında oldukları bir durum değil bence. Sahiden işaret ettiğin yapısal ilişkiler ağını görmedikleri (çünkü içindeler) için, söylediklerini anlamıyorlar... çünkü kurduğun aritmetikteki yapısal zorunluluğu hissetmiyorlar. Sahiden bağımsız ve özgür yazabilmelerini borçlu oldukları başka maddi imkânlar da bambaşka bir maraz doğuruyor, ki bu maraz da senin yazıda dile getirdiğin yapısal sorunun dışında değil aslında…

    Bu yeni maraz diye gördüğüm sınıfsal bakışlarına hapsolmaları ve bunu unutmaları. Yani Parazit gibi abuk subuk bir filme yapılan övgülerin başka bir izahı yok. O filmle zihinsel dünyası değişebilecek bir emekçiye ikna olamıyorum. Emeğiyle yaşamak zorunda olmamak gibi son derece somut ve nesnel bir tanımı çarpıtabilmek de ne yazık ki zor değil. Solcuysan, küçük burjuva olduğunu kabul etmek yerine laf salatasıyla kendini emekçi olarak tanımlamanın yolunu buluyorsun, olup bitiyor.

    Bu durum sinema yazarlığıyla filan ilgili değil elbette, altında onlarca çalışanı olan, bildiğin sigorta, maaş yatıran insanların "ben de emekçiyim" dediğini duydum defalarca. Bu sol hastalık senin yürütmeye çalıştığın tartışmanın bir parçası değil, ama katılıp inatla anlamayanların en büyük anlamama nedenlerinden biri bence.

    Şimdi gel bu arkadaşların zaaflarını onarma sorumluluğunu boşver, onun yerini şu alsın: Söylediklerinde haklı olduğunu gören ama idealde anlaşıp pratikte atacağı adımı bilmeyince netflix dizisi övdüğü hayatına mahkum kalanlar için ne önerebiliriz?

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Hiper-etkileşimlilik çağında sinemanın ve eleştirinin sefaleti

Bir süredir, tarihin (ve sinemanın) bir nevi sonuna geldiğimiz hissiyle cebelleşiyorum. Her ne kadar bu hissin yanıltıcılığının farkında olsam da üzerine düşünmek beni ister istemez içinde yer aldığım bir faaliyet alanının işleyişini, yani sinema üretme modellerimizi ve genel olarak yaratım süreçlerini etkileyen karamsar bir tabloyla yüz yüze getirdi. Benim de parçası olduğum bir sanatsal pratiğin sistem tarafından artık manidar işler üretemeyecek biçimde formatlanmış oluşu sinemaya dair sorgulamaları da peşinden getiriyor. Öncelikle şu tarihin sonu hissimi biraz netleştirmek istiyorum. İçinde bulunduğumuz dönemin işleyişini inanılmaz bir keskinlikle tespit eden İngiliz teorisyen Mark Fisher günümüzün kültürel dünyasını betimlerken yeninin ortadan kalktığı, her şeyin var olanın yavan bir tekrarı olduğu bir kısırlıktan, metaforik ölüm halinden bahsediyor ve soruyor: “Bir kültür yeni olmaksızın nasıl varlığını sürdürebilir? Eğer gençler, sürprizler üretme gücünden artık yoksunsa ne

Vasatlaşmanın sistematiği 1 - Durum tespiti

Oldukça iddialı bir başlık olduğunun ve bunun hakkını vermenin kolay olmayacağının farkındayım ama yine de elimden geleni yapacağım. Bu ve arkasından gelecek olan yazılardan oluşacak bir dizi paylaşım daha geniş biçimlerde tartışılması ve kolektif olarak üzerine kafa yorulması gerektiğini düşündüğüm meselelere dair önermeler ve fikirler ortaya atma girişimi olacak. Temel olarak, yakından ve içeriden bildiğim bir alan olan sinema üretiminin işleyişini esas alacağım ama aslında burada bahsetmek istediğim konuların başka sanatsal ve kültürel üretim alanlarındaki sorunlarla da örtüşen tarafları olduğunu düşünüyorum. Hatta bu meseleleri başka üretim pratiklerinden gelen arkadaşlarla tartışmak bence çok önemli. Umarım böyle bir diyalog da mümkün olur. Uzunca bir süredir ve Türkiye'yi de aşan küresel bir durum olarak kültür ve sanat alanındaki vasatlaşmadan bahsediliyor. Bunda otoriterleşen ve genel olarak sağcılaşan siyasi alanın etkisi yadsınamaz. Fakat burada, görünür yüzeyin ötesi

Nelere gülebiliriz? Kimleri eleştirebiliriz? - Mizahın Etiği, Eleştirinin Sınırları

Pınar Fidan'ın sosyal medyada kitlesel bir saldırıya maruz kaldığı günden beridir bir şeyler yazmak istiyordum ama bir türlü yolunu ve formülünü bulamamıştım. Bir yandan da toplu hezeyanların bitmediği ülkemiz başka vakalar üzerinden konuyu tekrar ve tekrar hatırlatmaktan geri durmadı. Biraz kafamı toplayıp içime dert olan ve birbirine temas eden iki konuya dair kafamdaki soruları ve düşünceleri yazıya dökmeye karar verdim. Bahsettiğim bu iki konuyu mizahın etiği ve eleştirinin sınırları olarak tanımlayabilirim. Öncelikle olay gününe geri dönmek ve kendi açımdan seyrini anlatmak istiyorum. Twitter’da Pınar Fidan’ın şovundan kesilen videoyla karşılaşmam birçok insanın aksine övgü ve destek dolu birkaç paylaşım vesilesiyle oldu. Sosyal medyada da takip ettiğim bazı tanıdıklarım Fidan’ın paylaşılan videosundaki mizahı çok zekice, cesur ve yenilikçi bulmuşlardı. O esnada saldırıya geçmiş gruptan kimseyi takip etmediğim için ilk izlenimim bence sakil ve özentili bir mizah yapan bir k