Ana içeriğe atla

Vasatlaşmanın sistematiği 1 - Durum tespiti

Oldukça iddialı bir başlık olduğunun ve bunun hakkını vermenin kolay olmayacağının farkındayım ama yine de elimden geleni yapacağım. Bu ve arkasından gelecek olan yazılardan oluşacak bir dizi paylaşım daha geniş biçimlerde tartışılması ve kolektif olarak üzerine kafa yorulması gerektiğini düşündüğüm meselelere dair önermeler ve fikirler ortaya atma girişimi olacak. Temel olarak, yakından ve içeriden bildiğim bir alan olan sinema üretiminin işleyişini esas alacağım ama aslında burada bahsetmek istediğim konuların başka sanatsal ve kültürel üretim alanlarındaki sorunlarla da örtüşen tarafları olduğunu düşünüyorum. Hatta bu meseleleri başka üretim pratiklerinden gelen arkadaşlarla tartışmak bence çok önemli. Umarım böyle bir diyalog da mümkün olur.

Uzunca bir süredir ve Türkiye'yi de aşan küresel bir durum olarak kültür ve sanat alanındaki vasatlaşmadan bahsediliyor. Bunda otoriterleşen ve genel olarak sağcılaşan siyasi alanın etkisi yadsınamaz. Fakat burada, görünür yüzeyin ötesinde, bu siyasal eğilimin yükselişinin de öncesine giden yapısal ve sistematik sorunlar da yatıyor. Hatta vasatlaşma dediğimiz şeyin bu genel politik - toplumsal eğilimin sadece bir sonucu olduğunu değil, birbirini besleme döngüsü içinde, bu gidişatın sebeplerinden birisi de olduğunu düşünüyorum.

Bana göre "vasatlaşma" kavramı, tekil olarak neyin vasat olduğundan ya da kimin neyi vasat olarak tanımladığından bağımsız, genel ve müşterek bir hissiyata tekabül ediyor. Bir tarafıyla bunun muğlak bir ifade, bir boş gösteren olduğu düşünülebilir. Fakat bu muğlaklık ve görelilik, vasatlaşmanın sanatsal ve kültürel üretimdeki gidişata dair yaygın bir tespit olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Dolayısıyla amacım vasatın ya da vasatlaşmanın ne olduğunu anlamak ya da sabitlemeye çalışmaktan ziyade, bu ortak hissiyatı yaratan sebeplerin neler olabileceği üzerine düşünmek ve kendi üretim alanım özelinde de sinemanın bugün karşı karşıya olduğu tıkanıklığın kökenlerini anlamaya çalışmak. Ve tabii ki, eğer herhangi bir tıkanıklık ya da vasatlaşma olmadığını düşünenler varsa, bunun üzerine de tartışabilmek.

Blogu açtığımdan beri, bu yazıda kısaca genel bir girizgah yapmak ve önümüzdeki yazılarda daha detaylı biçimde üzerine gitmek istediğim, sinemaya dair yapısal sorunları nasıl toparlayıp ortaya sererim diye düşünüp duruyor ve çözüm bulamıyordum. O noktada İtalyan film eleştirmeni Massimo Lechi’nin, katıldığı bir festivalde yapılan söyleşide sinemanın bugünkü durumuna dair bir soruya verdiği cevap imdadıma yetişti. Gayet karamsar bir tablo çizerek şöyle diyordu:
    “Kesinlikle festivaller çemberinin artık kısa devre yaptığını söyleyebilirim. Avrupa sineması kamusal fonlar sayesinde üretilmiş, tek çabası bir iki ödül kapıp “festival konuğu” olarak kariyer yapmayı amaçlayan, estetik ve dramaturjik açıdan birbirinin aynısı olan filmlerle dolu. Ben onlara “hiç kimse için yapılmış filmler” diyorum. Büyük olasılıkla bu filmler izleyicilerin yaygın biçimde sanat sinemasından kopmasının da sebeplerinden ve bu çok önemli bir mesele.”
Bu cümleler aslında sinema üretiminin parçası olan birçok insanın farklı ifadelerle ve nüanslarla da olsa dile getirdiği ortak dertleri ortaya seriyor. Bence, bu kısa tanımlama bugünkü “bağımsız” sinema üretimindeki vasatlığın temelinde yatan üç noktayı çok güzel biçimde özetliyor. Ana akım dışı diyebileceğimiz bütün filmleri (evet, kesinlikle bütün filmleri) farklı derecelerde de olsa etkileyen ortak örüntüler bunlar. Lechi’nin söyleşisinde bahsettiği filmler: 
  • 1- Kamusal fonlar ya da sponsorluklar aracılığıyla üretiliyorlar
  • 2- Belirli senaristik ve yapımsal formülleri tekrar ediyorlar
  • 3- Festival pazarına sunuluyorlar ve orada kendilerine değer biçiliyor
Bugün görece bağımsız bir modelde film üretmek isteyen sinemacılar için bu üçlü dizgeden kaçmak neredeyse imkansız. Parametreleri kitlesel talebe göre belirlenen ve belli bir ticari kârlılık hesabıyla üretilen ana akım sinema ve televizyon pazarının dışında (ya da marjında) kalan, içinde yaşadığımız küresel sistemin var ettiği, tehlikesiz ve ehlileştirilmiş bir alternatif olarak içinde oynamamıza izin verdiği ve gün geçtikçe daralan “bağımsız sinema” alanımızın ana karakteristiği bunlar. 80lerden beri etkinliği artarak egemen hale gelen bu üretim ve gösterim modelinin artık tıkandığı ve temel yapısal sorunlarla yüzleşmek zorunda kaldığı konusunda sinema insanları aşağı yukarı hemfikir diye düşünüyorum. Ben de son yıllarda seyircisi git gide azalan festivallerde bu konu üzerine birçok sohbetin parçası oldum ve aksini iddia eden pek kimseyle de karşılaşmadım. Sinema artık birçok insana (hem üretici hem de seyirci olarak) eskisi kadar heyecan vermiyor. Bunun mutlaka birçok sebebi vardır ve farklı bakış açıları farklı sorunlar tespit edebilir ya da farklı yaklaşımlar geliştirebilir. Kimisi sinemanın teknolojik olarak ve anlatım olanakları açısından doğal sınırlarına dayandığını düşünürken, kimisi bunun daha çok dönemsel bir durum, içinde bulunduğumuz tarihsel bağlama özgü bir algı ve yaklaşım sorunu olduğunu düşünebilir. Bu yargılarımızı önemli ölçüde belirleyen şey tabii ki sinemaya, dünyaya ve içinde yaşadığımız zamana dair bakışımız. Ben de bu yaygın biçimde dile getirilen rahatsızlığın yapısal nedenlerine dair fikirlerimi ve önerilerimi paylaşmak istiyorum.

Üzerine düşündüğüm ve yapısal sorunlara geçmeden önce tartışmaya açmak istediğim konu ise yukarıda bahsettiğim üretim ve değerlendirme pratiklerini belirleyen ve bu sorunlu yapısal dizgenin devamlılığını sağlayan işleyiş prensipleri. Bunlar, her ne kadar farklı ifadelerle üzerine konuşulsa da yeterince tartışılamadığını düşündüğüm, sinemasal veya sanatsal üretimi de aşan ve bugünün fikri dünyasını ve toplumsal işleyişini etkisi altına alan temel sistemsel sorunlar. Yapısal meselelere kıyasla biraz daha teorik ve soyut kavramlar gibi görünse de bunların var olan düşünsel üretim pratiğini hakimiyet altına alan ve fiili karşılığı olan mekanizmalar olduğunu düşünüyorum. Bunları da üç başlık altında toplamaya çalışacağım:
  • 1- Mutabakat (konsensüs) ilkesinin egemenliği: Seçici kurullar, komisyonlar, jüriler, oylamalar, puan ortalamalarıyla belirlenen trendlerin, oluşturulan formülasyonların temel dinamiği
  • 2- Kanaatler toplumu: Geçici kanaat cemaatleri, hiper-etkileşimliliğin ve akışkan bildirimlerin etkisinde kaybolan eleştirel bakış, sosyal medya kamplaşmaları, anti-entelektüalizm
  • 3- Kapitalist gerçekçilik: Daha iyisinin ya da başka türlüsünün mümkün olmadığına dair içselleştirilmiş inanç, konformist ve kariyerci yönetmen-sanatçı profili, aşırı bireyciliğin etkisindeki toplumsal parçalanmışlık ve örgütsüzlük
Benim tespit edebildiğim ve kendimce önemli gördüğüm temel meseleler bunlar. Tabii ki bunların dışında başka sorunlu yapısal mekanizmalar ve işleyiş prensipleri de tartışmaya dahil edilebilir. Aklınıza gelen, bunlar da eklenebilir dediğiniz başka noktaları belirtirseniz sevinirim. Önümüzdeki günlerde bu 6 başlığın her birine dair daha detaylı biçimde ve ortaya koyduğum fikirleri örneklendirmeye çalışarak yazacağım. Yazının başlığındaki '1' de bu tefrika vaadine istinaden orada. Bu sefer arayı çok açmamak istiyorum. Umarım başarırım. 


--- 


Not: Yazıyı okuyanlardan (yeniden) şöyle bir talebim olacak. Bu yazıya (ve sonrasında devam edecek yazılara) dair fikirlerinizi, sorularınızı ya da itirazlarınızı paylaşırsanız gerçekten çok mutlu olurum. Fakat bundan da öte, okuyanların aşağıdaki birkaç soruya cevap vermeleri vasatlaşma ya da vasatlık meselesinin nasıl algılandığına dair genel bir fikir oluşturmak için çok iyi olur. Bir süre twitterda pek etkin olmayacağım için tartışmayı kamusal olarak sürdürmeyi umduğum mecra bu yazının altındaki yorum sekmesi. Umarım üşenmeyip yazarsınız :)

- Sinemada, edebiyatta, müzikte, eleştiride, akademide, plastik sanatlarda ve sair kültürel üretim alanlarında genel bir vasatlaşma olduğunu düşünüyor musunuz? 
- Düşünmüyorsanız eğer, genel olarak bugünkü durumu nasıl görüyorsunuz? 
- Düşünüyorsanız ve bundan şikayetçiyseniz, vasatlaşmadan neyi kastettiğinizi, sizce belirtilerinin ve dışavurumlarının neler olduğunu yazar mısınız? Bir eserin, işin, yazının, üretimin vasat olduğunu hissettiren, düşündüren size göre nelerdir? 

Herkes için cevaplar farklıdır mutlaka. Ne kadar farklı bakış açısı o kadar iyi.

Yorumlar

  1. Emre Bey,
    Kendinizi ifade etme biçiminize saygı duyuyorum ama sanki dili daha günlük dile yakın olsa, daha samimi ve kolay okunabilir -hatta okunmak istenebilir- bir yazı haline gelecek. Naçizane görüşüm.
    Tabii hedef kitlenize bağlı bu. Ben kendimi dahil etmek için demiştim.
    Sevgiler.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Merhaba. Çok teşekkürler yorumunuz için. Anlıyorum dediğinizi ama maalesef kafamdakileri başka türlü ifade edemiyorum :) Özellikle uğraşarak, yapay bir çabayla kurduğum bir üslup değil. Düşüncelerim böyle dile geliyor. Gündelik hayattaki konuşmam da biraz böyle sanırım. Bir de bazı düşünceleri sadeleştirmek zor. Ya da en azından ben yolunu bulamadım henüz. Umarım gene de okumaya devam edersiniz. Sevgiler.

      Sil
  2. 1-Evet. Uzun zamandır düşündürüyor bu durum beni.
    2. Bir vasatlasma var. Bu sürekli bir döngü içindeki uretilenlerin birbirine benzemesi ve gitgide sinemadan uzaklaşması.
    -Bunları görünce hüzün, sinir ve sorunu çözememe gibi dışa yansıyor.
    -Birbirine benzemesi, yaratıcılık gerektiren işlerin yaratıcılıktan uzaklaşması

    YanıtlaSil
  3. Bu konudaki görüşlerinize katılmaktayım. Bir vastlaşma var. Aslında Holywood olamayan diye ve yüksek sanat olarak kabul edilen festival filmleri Holywood'un yaptığını testen yapmakta. Bu durumu bauman'ın bahçeciliği ile izah edebiliriz. kendinden olmayan şeye yaşam hakkı tanımayan festival kendi sanat görüşüne(?) göre bükülen yönetmenler aramakta. Bir süredir festivallerde ne ödül verildiğini takip etmemekteyi. Bu bizim gibi baba festivallerin taklitçisi olan 3 sınıf ülkelerde daha fecaat bir halde. Avrupada üretilen festival dilinin basit bir taklidi olarak kendi formumuzu üretmek veyahut bir ses aramayı ıskalayarak yalın ayak başı kabak bir sinema yapıyoruz. Örnek verecek olursak doğu ülkelerinden gelen politik, eşcinsel ve mülteci filmlere tapan festivaller ortadoğu ülkelerinden böyle birşey gelince havada kapıyorlar. Festivaller bir süre sonra bağımsız sinemayıda dönüştürmeyi başladı. Bir filmde aradığımız şeylerde değişiyor izleyici olarak. Hem sinema anlayışı değişiyor hemde seyircide değişiyor. Bir filmde aradığımız şeyin mühim olduğunu bilerek öncelikle kendime bir filmi film yapan şey ne diye sorduğumda o filmin hakikat arayışı olduğu cevabını veriyorum kendime. Hakikat cevabı aslında çok muğallak bir şey. Hakikatin neliği sorusu daima kendime yönelttiğim bir soru. Bu hakikate giden yollar ne diye sorarsamda yönetmenin beni karşı karşıya bıraktığı şey ile kurduğu ilişki diyebilirim . İçerikten ziyade form yani. İçerik en son dikkat ettiğim şey galiba. Form kendi başına bir cevap da değil bana kalırsa o formun sinemada mümkünlüğü sorusuda peşi sıra gelen sorulardan biri. Kameranın durduğun yer ahlak meselesi ise godara göre ve ahlak estetiğin bir şubesi ise Gide'ye göre form dediğimiz şeyin salt bir düşünceden ziyade sinemada nasıl mümkğn olacağı meselesi hayati bir mesele. Örnek verecek olursak ozu'nun formu ve formunun arkasına dayadığı yer meselesi gibi. Zen resmi ile kurduğu bağlantı gibi. Affınıza sığınarak biraz uzun oldun gibi. Umarım meramımı anlatabilmişimdir :)

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Hiper-etkileşimlilik çağında sinemanın ve eleştirinin sefaleti

Bir süredir, tarihin (ve sinemanın) bir nevi sonuna geldiğimiz hissiyle cebelleşiyorum. Her ne kadar bu hissin yanıltıcılığının farkında olsam da üzerine düşünmek beni ister istemez içinde yer aldığım bir faaliyet alanının işleyişini, yani sinema üretme modellerimizi ve genel olarak yaratım süreçlerini etkileyen karamsar bir tabloyla yüz yüze getirdi. Benim de parçası olduğum bir sanatsal pratiğin sistem tarafından artık manidar işler üretemeyecek biçimde formatlanmış oluşu sinemaya dair sorgulamaları da peşinden getiriyor. Öncelikle şu tarihin sonu hissimi biraz netleştirmek istiyorum. İçinde bulunduğumuz dönemin işleyişini inanılmaz bir keskinlikle tespit eden İngiliz teorisyen Mark Fisher günümüzün kültürel dünyasını betimlerken yeninin ortadan kalktığı, her şeyin var olanın yavan bir tekrarı olduğu bir kısırlıktan, metaforik ölüm halinden bahsediyor ve soruyor: “Bir kültür yeni olmaksızın nasıl varlığını sürdürebilir? Eğer gençler, sürprizler üretme gücünden artık yoksunsa ne

Nelere gülebiliriz? Kimleri eleştirebiliriz? - Mizahın Etiği, Eleştirinin Sınırları

Pınar Fidan'ın sosyal medyada kitlesel bir saldırıya maruz kaldığı günden beridir bir şeyler yazmak istiyordum ama bir türlü yolunu ve formülünü bulamamıştım. Bir yandan da toplu hezeyanların bitmediği ülkemiz başka vakalar üzerinden konuyu tekrar ve tekrar hatırlatmaktan geri durmadı. Biraz kafamı toplayıp içime dert olan ve birbirine temas eden iki konuya dair kafamdaki soruları ve düşünceleri yazıya dökmeye karar verdim. Bahsettiğim bu iki konuyu mizahın etiği ve eleştirinin sınırları olarak tanımlayabilirim. Öncelikle olay gününe geri dönmek ve kendi açımdan seyrini anlatmak istiyorum. Twitter’da Pınar Fidan’ın şovundan kesilen videoyla karşılaşmam birçok insanın aksine övgü ve destek dolu birkaç paylaşım vesilesiyle oldu. Sosyal medyada da takip ettiğim bazı tanıdıklarım Fidan’ın paylaşılan videosundaki mizahı çok zekice, cesur ve yenilikçi bulmuşlardı. O esnada saldırıya geçmiş gruptan kimseyi takip etmediğim için ilk izlenimim bence sakil ve özentili bir mizah yapan bir k