Ana içeriğe atla

Punk, Arabesk, batan dünyalar ve uçuşan tozlar

Bir süredir müzik üzerine bir şeyler yazmak için fırsat kolluyordum. Çünkü 2019 yılı, uzun süredir Türkiye'de üretilen müziklerle ilgili genel yargımın (veya belki de önyargımın) olumsuzdan olumluya döndüğü bir yıl oldu. Bu da bende bu heyecanlandıran karşılaşmaları ve düşünceleri paylaşma isteği uyandırıyor. Bu yılın müzik açısından iyi bir yıl oluşu tabii ki çok öznel bir değerledirme, önceki yıllarda müzik üretimlerini yeterince iyi takip edememiş de olabilirim (büyük ihtimalle durum bu). Fakat gözlemleyebildiğim kadarıyla son yıllarda Türkiye'deki alternatif müzik piyasasını egemenliği altına alan Neo-romantik akımın biraz gerilemiş olması ve onlardan açılan boşluk sayesinde görünür olma şansı artan farklı müzikal yaklaşımların 2019'da bolca ürün vermiş olması beni bir hayli mutlu etti. Uzun süredir bu kadar "yerli" müzik dinlediğim bir yıl olmamıştı. Neler dinlediğimi bir noktada ayrıca paylaşmayı istiyorum fakat bu yazı bu yıl yayınlanan albümlerden özellikle sevdiğim ve yan yana geldiklerinde beni müzik dışı alanlarda da düşünmeye iten iki tanesi hakkında: Jakuzi - 'Hata Payı' ve The Raws - 'BAT! BAT! BAT!'

Jakuzi 2017'de çıkan ilk albümleri 'Fantezi Müzik'ten de bildiğim ve beğendiğim bir gruptu. 'Hata Payı' ise onun etkisini ciddi bir sıçramayla ileri taşıyan ve benim açımdan yaptıkları müziğin özgünlüğünü tasdik eden bir albüm oldu. Grup Synth-pop diye tanımlayabileceğimiz, ilhamını 80'ler İngilteresi'nde ortaya çıkan Post-punk döneminden alan ve o akımın birçok örneği gibi melankolik olmadan karanlık, romantik olmadan duygusal bir ton tutturmayı başaran bir müzik yapıyor. Böyle dedim ama Post-punk'a bir akım demek muhtemelen doğru değil. Bir dönemin üretimlerini ortak paydada buluşturan ve onları daha önceki bir akımla, yani Punk'la ilişkilendiren bir zarf-kategori demek belki de daha doğru olur. Synth-pop'un da dahil olduğu birçok alt-türü bir araya getiren bu tanımlama isminden de anlaşıldığı üzere Punk akımıyla bu müzikler arasında bir halef-seleflik ilişkisine işaret ediyor.

İşte bu noktada da devreye bir Garage-punk grubu diyebileceğimiz The Raws giriyor. Uzun süredir var olmasına rağmen ilk (tam teşekküllü) albümlerini bu sene çıkaran, benim de bu vesileyle keşfettiğim ve bir süredir kendimi dinlemekten alıkoyamadığım bir grup. Delişmen, yüksek enerjili, uzun süredir duymayı özlediğim bir müzik yapıyorlar. Jakuzi'yle bir de ortak paydaları var: iki grubun da parçası olan müzisyen Taner Yücel.

Hem iki grup arasındaki organik diyebileceğimiz bu bağlantı, hem de bu yılın çokça dinlediğim albümlerinden ikisi olmaları, beni bu müziklerin bugün yapılıyor oluşunun ne anlama geldiği üzerine düşünmeye itti. 2020 yılının sınırında, 70 ve 80'lerden seslenir gibi gelen bu albümler tarihle ya da daha geniş anlamıyla zamansallıkla nasıl bir ilişki içindeler? "Retro" kavramına boğulduğumuz, her şeyin yapay bir takım eskitme müdahaleleriyle ve nostalji hislerini gıdıklayarak çekici kılınmaya çalışıldığı bugünlerde bu iki anakronik işte beni çeken, etkileyen ne var? Punk'ın ve devamı olan Post-punk'ın aynı anda geçmişe ait türler olarak kodlandığı, ama buna rağmen şimdiki zaman içinde yeniden ve yeniden üretilebildiği bu devir tam olarak nasıl bir devir? Bu sorulara verilecek kesin cevaplarım yok ama bu soruların bende tetiklediği düşünceleri paylaşmak istiyorum.

Öncelikle, Punk ve Post-punk ilişkisi farklı biçimlerde yorumlanabilir. Ben bu konuda Mark Fisher'in değerlendirmelerini oldukça ilginç ve kafa açıcı buluyorum. Bu iki müzik akımından ilki olan Punk 70li yılların İngilteresinde (ve de ABD'sinde), genellikle alt ve orta sınıf ailelerden gelen gençlerin popüler müzik piyasasında varlığını arttırdığı bir dönemde ortaya çıkıyor. Bu öfkeli ve yüksek enerjili müzik '68 ruhunun git gide kaybolan etkisinde ve yaklaşan neo-liberalizmin ayak sesleri eşliğinde bu gençlerin önlerinde kocaman ve korkutucu bir gerçeklik olarak gördükleri geleceksizliğe karşı isyanlarının da tercümanı oluyor. (Bkz: Sex Pistols - God Save the Queen, 1977)

80'lerin gelişiyle birlikte Thatcher ve Reagan başa geçiyor ve kötü bir ihtimal olan geleceksizlik acımasız bir gerçekliğe dönüşüyor. Öfke yerini kasvete, coşku yerini melankoliye, toplumsal olan yerini bireyselliğe bırakıyor. (Bkz: The Cure - A Forest, 1980, çok sevdiğim bir parça) Punk'tan Post-punk'a geçiş sürecinde iki dönemin halet-i ruhiyesini de çok iyi biçimde taşıyan ve bu geçişi bir kesinti değil de bir akış olarak yaşatan grup da Joy Division oluyor denebilir. Öfkeyle melankoliyi, coşkuyla kasveti bir arada içeren, tuhaf ve derine işleyen bir müzikle tarihe yazılıyorlar. Aslında 2000'lerin ortalarında yeniden popüler olana kadar ne kadar önemli bir etkisi olduğu da tam anlaşılamamış. Ama artık bugünden geriye bakıldığında, bir halden diğerine geçişin müziğini yaptıkları için o döneme ilgi duyanlar açısından hep özel bir yere konuluyor.

Bu noktada biraz iddialı bir benzetme yapmak istiyorum. Bu 70'leri 80'lerden ayıran ruh hallerindeki değişimin müzik dünyasında benzer bir yansıması da Türkiye'de oluyor aslında. Ülkede 24 Ocak kararları ile neo-liberal sürecin başlaması ve arkasından 12 Eylül darbesiyle İngiltere'ye kıyasla daha net ve kanlı bir tarihsel kopuşun yaşandığı bir dönemde Türkiye alt sınıflarına özgü bir müzik türü de kendi post-1980 kimliğini yaratıyor. Bu müzik türü tahmin edeceğiniz üzere Arabesk. Toplumsal alanda yaşanan büyük tarihsel kırılmaya rağmen Punk'tan farklı biçimde, hiç kesintiye uğramadan, bir süreklilik içinde yeni bir şeye evrilerek zamanın ruhuna göre kendini şekillendiriyor. Post-arabeskleşmese de dönüşerek yeni bir anlam ve arayışın mecrası oluyor. Bu değişimin tespitini Nurdan Gürbilek 'Kötü Çocuk Türk' kitabındaki 'Ben de İsterem' isimli denemesinde çok çarpıcı bir biçimde yapıyor: "Batsın bu dünya" diyen 70'lerin arabesk söylemi, serbest piyasalaşmayla tüketimsel arzu akışlarının egemenliğine teslim olan bir toplumda "Ben de isterem"e dönüşüyor. Fakat burada Punk / Post-punk ayrımında olanın tersine 70'lerin mahçup romantizmi yerini 80'lerin arsız coşkusuna bırakıyor. Neo-liberalizmin İngiltere ve Türkiye'deki duygulanımlarda yarattığı bu ters orantı, kültürel ve tarihsel farklılıklar açısından düşünmeye değer.

Bir diğer ilginç ortaklık ise bu iki müzik türünün de 2010'larda yükselen toplumsal hareketlerde kendine has bir yeniden yüzeye çıkma süreci yaşamış olması. Örneğin Arabesk'in en popüler şarkılarından alınan "Yakarsa dünyayı garipler yakar" ya da "Batsın bu dünya!" sözlerine İstanbul'un bir çok duvarında rastlamak mümkün. Aynı biçimde 80lerden beri duvarlara yazılagelen birçok punk şarkısı sözü de ("Anarchy in the UK"den "Rock the casbah"a, "There's no future for you"ya) son dönemdeki toplumsal yükselişin içinde anlamını yeniden buluyor.

Tarihsel olarak Arabesk - Punk karşılaştırması farklı açılardan üzerine düşünülebilir bir konu. Bu noktada Jakuzi ve The Raws'a dönersek şunu belirtmekte fayda var, Türkiye'de tarihsel olarak Punk'ın da Post-punk'ın da varlığı oldukça sınırlı. Bu iki akım da esas etkili oldukları dönemlerde Türkiye'de pek icra alanı bulamamışlar. Fakat şu anda ikisinin birden, aynı anda var olabilmesini sağlayan bir tarihsel sürecin içindeyiz. 80lerde üzerimize çöken neo-liberalizm kabusu zamanı kırmış, dondurmuş ve kendi içinde tekrar eden bir döngüye hapsetmiş sanki. Belki de bu albümleri bana bu kadar sevdiren de nostalji hissini istismar etmeden zamandaki bu duraksamayı hissettiriyor olması. O anlamda ikisinin de farklı biçimlerde beni dürten, harekete geçiren, hoşuma giderken "ama neden?" diye sorgulatan tarafları var.

Jakuzi bu zamandaki donmuşluk hissini kendi müziğinde daha net ve açık bir biçimde taşıyor. The Raws'un tekinsiz ve kesintilere yaslanan dinamizmine karşın Jakuzi'de biteviye bir sonsuzluğu, döngüsel bir zamanı arayan bir ton baskın. Albümün beni en çok çarpan şarkısı 'Toz'un nakaratı da bu hissi destekliyor:
    "Umarım burada tozum bile kalmaz
     Umarım beni kimse hatırlamaz"
Bireyin yok olma, tamamen unutulma arzusunu bu kadar dolaysız ve açık biçimde ifade eden başka şarkı pek hatırlamıyorum. Parçanın sözlerini dinlediğimizde bunun basit biçimde depresif ya da romantik anlamda tepkisel bir tavır olmadığını, daha derinlerde bugünü tanımlayan bir ruh halinin dışavurumu olduğunu anlayabiliyoruz. Bununla birlikte şarkıdaki unutulma isteğine zamanın ve tarihin toptan yok olması arzusu da ekleniyor. Bu istek bir üst düzlemde "şarkı yapma" fikrinin kendisiyle de çelişiyor aslında. Yani tamamen unutulmayı isteyen biri bunu ifade ediyor ve bu ifadesini müzik ve görüntüyle kayda geçirerek unutulmanın önüne geçiyor ya da en iyi ihtimalle kendi unutulma ihtimalini azaltıyor. Benim için bu şarkıyı çekici kılan da tam olarak bu tutarsızlık, bir yandan tarihe geçmeyi isterken diğer yandan hiç yaşamamış olmayı da isteten bu içsel çelişki. Gündeliğe, yüzeye egemen olan bir nihilizmle ve o bir türlü kaçamadığımız sinizmle boğuşma hali bütün şarkıya yayılıyor. Bir yandan zamanın ruhunu, o derin umutsuzluğu yansıtışı, diğer yandan da asla tam olarak buna teslim olmayışı bu şarkıyı bana sevdiren şey sanırım.



The Raws'un etkisi ise benim için başka bir kanaldan akıyor. Jakuzi'nin esnettiği ve silikleştirdiği zamansallığı The Raws kesintilere uğratarak, üst üste bindirerek çoğaltıyor. Bu belki de Punk'ın özsel zamanı olan 70'lerle çok daha doğrudan bir ilişki kurduğu için olabilir. Albümün ismi 'BAT! BAT! BAT!'ı görür görmez aklıma gelen Oğuz Atay'ın 'Tutnamayanlar'ında Turgut Özben'in o unutulmaz cümlesi olmuştu: "Bat dünya bat!". Bu cümle roman boyunca sürekli tekrar ederek anlatının zamanının üst üste katlanmasına sebep oluyordu. Gezi Ayaklanması zamanında duvarları da çokça süsleyen bu alıntının albümle bağlantısı rastlantı olamaz diye düşünüyorum. Ve de şaşırtıcı biçimde Oğuz Atay'ın Punk ruhuna çok yakıştığını da söylemek isterim. Diğer taraftan bu ifadenin Orhan Gencebay'ın 1973'ten günümüze seslenen o kanonik serzenişi "Batsın bu dünya!"yı hatırlatması da kaçınılmaz. Punk-Arabesk bağlantısını benim için yüzeye çıkaran belki de buradaki bu açık temas oldu.

The Raws'un müziğinde 70'lerle kurduğu bu üst üste katlanan bağlantılar burayla da sınırlı kalmıyor. Hatta bu ilişki benim için albümün en zor sindirilir parçası olan 'Ellerinde Pankartlar' da gerçekten ciddi anlamda duygusal sınırları da zorlayan bir boyut kazanıyor. 70'lerde Punk İngiltere ve ABD'yi kavururken Türkiye'de henüz bu türün esamesi okunmuyordu. Fakat o yıllarda Ruhi Su tarafından yazılan bir parçanın, Punk'la o zaman kurması mümkün olmayan teması The Raws bugün kısa devre yaptırarak kurduruyor: 70'ler Türkiyesi'nden bir şarkıyı 70'ler İngilteresi'nden çıkıp gelen bir üslupla yeniden yorumluyor. Fakat işin esas zorlayıcı tarafı bu kısa devre çabasının ister istemez 10 Ekim 2015'deki Ankara Garı'ndaki kanlı saldırıdan geçiyor oluşu. Ruhi Su'nun bu parçası bilindiği üzere o korkunç patlama anında intihar bombacısının yakınında halay çekenlerin söylediği şarkı. Öyle olunca da ister istemez bizi yakın tarihimizden acı verici bir ana tekrar götürüyor. Parçanın bu duygusal olarak sindirmesi güç, çok katmanlı hali ilk dinlediğimde beni oldukça zorlayıp donup kalmama sebep olmuştu. Ama albümü dinledikçe bu donup kalma hali öfkeyle karışık bir harekete geçme arzusuna, o halayın belki de Punk'a yakışır bir delicesine dans etme biçiminde devam etmesi gerektiği fikrine dönüştü. Dolayısıyla The Raws'un böylesi anlam yüklü bir parçayı yorumlayarak aldıkları risk bende karşılığını bulmuş oldu.

Bu aralar çokça dinlediğim bu iki albümün bende uyandırdığı duygulanımlar ve harekete geçirdiği düşünceler bunlar. Ama en güzel olan aslında müziğin diğer birçok sanata göre daha dolaysız, neredeyse tamamen bedensel bir etkisinin olması. Sokakta yürürken Jakuzi'yi ya da The Raws'u dinlemek beni bambaşka ruh hallerine sürüklüyor, bambaşka itkilerin etkisine bırakıyor. En sevdiğim tarafı da bu sanırım.





-  -  -



Bahsi geçen parçaların sözleri:

TOZ

Küçük bir an, içine her şeyi sığdırdım
Kimi zaman kendimi bile uzaklaştırdım
Güzel şeyler çabuk ölür, çürür, gider
Beklentiler seni kendi bataklığına çeker

Umarım burda tozum bile kalmaz
Umarım beni kimse hatırlamaz
Umarım burda tozum bile kalmaz
Umarım beni kimse hatırlamaz

Tuhaf bir an, derine bir sırdı sakladım
Çoğu zaman yaşadığımı unutmaya çalıştım
Hayaletler hep aynı döngüde gezer
Bazı şeyler seni mezara kadar takip eder

Olmaz dediklerim daha şimdiden eskidi
Bütün o çaba anlamını yitirdi

-

ELLERİNDE PANKARTLAR

Ellerinde pankartlar
Gidiyor bu çocuklar
Kalkın ayağa kalkın
Gidiyor bu çocuklar

Bu pazar kanlı pazar
Dert yazar derman yazar
Kalkın ayağa kalkın
Gidiyor bu çocuklar

Bu meydan kanlı meydan
Ok fırladı çıktı yaydan
Kalkın ayağa kalkın
Biz şehirden siz köyden

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Hiper-etkileşimlilik çağında sinemanın ve eleştirinin sefaleti

Bir süredir, tarihin (ve sinemanın) bir nevi sonuna geldiğimiz hissiyle cebelleşiyorum. Her ne kadar bu hissin yanıltıcılığının farkında olsam da üzerine düşünmek beni ister istemez içinde yer aldığım bir faaliyet alanının işleyişini, yani sinema üretme modellerimizi ve genel olarak yaratım süreçlerini etkileyen karamsar bir tabloyla yüz yüze getirdi. Benim de parçası olduğum bir sanatsal pratiğin sistem tarafından artık manidar işler üretemeyecek biçimde formatlanmış oluşu sinemaya dair sorgulamaları da peşinden getiriyor. Öncelikle şu tarihin sonu hissimi biraz netleştirmek istiyorum. İçinde bulunduğumuz dönemin işleyişini inanılmaz bir keskinlikle tespit eden İngiliz teorisyen Mark Fisher günümüzün kültürel dünyasını betimlerken yeninin ortadan kalktığı, her şeyin var olanın yavan bir tekrarı olduğu bir kısırlıktan, metaforik ölüm halinden bahsediyor ve soruyor: “Bir kültür yeni olmaksızın nasıl varlığını sürdürebilir? Eğer gençler, sürprizler üretme gücünden artık yoksunsa ne

Vasatlaşmanın sistematiği 1 - Durum tespiti

Oldukça iddialı bir başlık olduğunun ve bunun hakkını vermenin kolay olmayacağının farkındayım ama yine de elimden geleni yapacağım. Bu ve arkasından gelecek olan yazılardan oluşacak bir dizi paylaşım daha geniş biçimlerde tartışılması ve kolektif olarak üzerine kafa yorulması gerektiğini düşündüğüm meselelere dair önermeler ve fikirler ortaya atma girişimi olacak. Temel olarak, yakından ve içeriden bildiğim bir alan olan sinema üretiminin işleyişini esas alacağım ama aslında burada bahsetmek istediğim konuların başka sanatsal ve kültürel üretim alanlarındaki sorunlarla da örtüşen tarafları olduğunu düşünüyorum. Hatta bu meseleleri başka üretim pratiklerinden gelen arkadaşlarla tartışmak bence çok önemli. Umarım böyle bir diyalog da mümkün olur. Uzunca bir süredir ve Türkiye'yi de aşan küresel bir durum olarak kültür ve sanat alanındaki vasatlaşmadan bahsediliyor. Bunda otoriterleşen ve genel olarak sağcılaşan siyasi alanın etkisi yadsınamaz. Fakat burada, görünür yüzeyin ötesi

Nelere gülebiliriz? Kimleri eleştirebiliriz? - Mizahın Etiği, Eleştirinin Sınırları

Pınar Fidan'ın sosyal medyada kitlesel bir saldırıya maruz kaldığı günden beridir bir şeyler yazmak istiyordum ama bir türlü yolunu ve formülünü bulamamıştım. Bir yandan da toplu hezeyanların bitmediği ülkemiz başka vakalar üzerinden konuyu tekrar ve tekrar hatırlatmaktan geri durmadı. Biraz kafamı toplayıp içime dert olan ve birbirine temas eden iki konuya dair kafamdaki soruları ve düşünceleri yazıya dökmeye karar verdim. Bahsettiğim bu iki konuyu mizahın etiği ve eleştirinin sınırları olarak tanımlayabilirim. Öncelikle olay gününe geri dönmek ve kendi açımdan seyrini anlatmak istiyorum. Twitter’da Pınar Fidan’ın şovundan kesilen videoyla karşılaşmam birçok insanın aksine övgü ve destek dolu birkaç paylaşım vesilesiyle oldu. Sosyal medyada da takip ettiğim bazı tanıdıklarım Fidan’ın paylaşılan videosundaki mizahı çok zekice, cesur ve yenilikçi bulmuşlardı. O esnada saldırıya geçmiş gruptan kimseyi takip etmediğim için ilk izlenimim bence sakil ve özentili bir mizah yapan bir k