Ana içeriğe atla

Radikal Ruh, Esnek Beden - Reform mu devrim mi sorusunun güncel yansımaları

Bugün içinde bulunduğumuz siyasi panoramaya dair bir süredir kafamda dönüp duran, hala biraz ham ama yine de benim için bir oranda netleşmiş bir meseleden bahsetmek istiyorum.  

Bugün muhalif (ya da düzen karşıtı) siyasetin topoğrafyası tarihte çok defa olduğu gibi iki kutba doğru çekiliyor. Bir uçta, büyük kopuş anlarının yokluğunda pratiğe geçmesi olanaksız, söylemle sınırlı kalan, her türlü hareket imkanını (çoğunlukla haklı da olsa) düzen içi olmakla eleştiren katı bir radikalizm var. Sözünün haklılığına ve ürettiği kapsamlı eleştirinin tutarlılığına yaslanan ama bununla yetinen bir tür ortodoks politik doğruculuk bu ve baskın olmasa da bir kutup oluşturacak kadar belirgin bir yaklaşım. Diğer uçtaysa kendiliğinden ortaya çıkan ayaklanmaların, akışkan gündemin ve düzen içi itiraz dalgalarının takibinde, esnek bir hareketçilik var. Bu sayısal anlamda net biçimde sola egemen olan, kimlik temelli hareketlerden mevcut koşulları iyileştirmeyle sınırlı bir tür popülist işçiciliğe uzanan kutup da genellikle görünürlük ve temsiliyet siyasetinin sınırları içinde kalan, kesişimsel bir kapsayıcılık iddiasıyla aynı anda her yerde olduğu için aslında hiçbir yerde olamayan bir politik faydacılığa denk düşüyor.

İlki var olan irili ufaklı hareketlerin devrimci açıdan bir öneme sahip olmadığı, hatta karşı devrimci olduğu iddiası ve gündeliğe dair her türlü çabanın sistem tarafından içerileceği fikri üzerinden bir çeşit kapitalist gerçekçiliğin ikrarına ve dolayısıyla sinizme varıyor. İkincisi ise bütün bereketi harekette görürken radikal ufku tamamen ortadan kaldıran ve ehlileşen bir liberal uzlaşmacılığa, mümkün olanın zaten eldeki olduğuyla sınırlı kalan bir yetinmeciliğe ve o da nihayetinde kapitalist gerçekçi kabulün başka bir formuna çıkıyor. Peki ilkinin Radikal Ruh'u, yani o keskin çekirdeği hiçbir şartta ikincinin Esnek Beden'iyle, yani uyumlanabilir hacmiyle bir araya gelemez mi? İlla birinden birini seçmek zorunda mıyız?

Bu çatışma aslında 20. yy başında Rosa Luxembourg ve Eduard Bernstein arasında tarihsel formunu bulan bildik "Reform mu Devrim mi?" tartışmasının da bir devamı gibi. Hatta oradaki reform - devrim ikiliği de aslında sosyalizmin 19. yy'daki temel felsefi arayışına kadar uzanıyor. En nihayetinde esas soru şu sanırım: materyalizm mi idealizm mi? Her ne kadar marksizm kendisi açısından bu soruya net bir cevap vermiş olsa da farklı formlarda yeniden şekillenen idealizm de son yüzyıl boyunca marksizmi içerme çabasını sürdürüyor. 

Marx, kendinden önceki ütopyacı sosyalistlerde tespit ettiği idealist (bir toplumsal tasarının kendisini gerçekleştireceğine dair inanca dayanan) yaklaşımı da bir sıçrama tahtası olarak kullanıp sosyalizm düşüncesini materyalist temellere oturtmuş ve onu şimdinin nesnel bir eleştirisi olarak yeniden inşa etmişti. Fakat idealizm bugün öyle bir form aldı ki ürettiği mutlak göreliliğin (ya da daha kapsamlı ve doğru bir tanımlamayla korelasyonculuğun) içine neredeyse materyalizmi de bir "mümkün" olarak dahil edebiliyor ve bu sayede marksizme bağlı olduğunu iddia eden idealist bir siyaset formu ortaya çıkabiliyor. Bu da kendini söylem ve beyan düzleminde devrimci siyaset içinde tanımlamasına rağmen alabildiğine esnek, akışkan ama bir ufuktan ve daha da kötüsü şimdiye dair radikal bir eleştirel bakıştan yoksun bir muhalafet formu üretiyor. 

Bunun diğer tarafındaysa, hatta biraz da bu muhalefet biçiminin genişlemesine tepki olarak, ya materyalizmin dogmatik ve pozitivist formlarına dönmeye mecbur hisseden, ya da açık ve net biçimde toptan kopuşu hedeflemeyen her çabayı idealizmin bir formu olmakla yargılayıp reddeden bir sol reaksiyonerlik var. Neredeyse metafizik biçimde belirlenimci, eskatalojik bir "kaçınılmaz devrim" inancıyla harmanlanmış, pratikten sıyrılmış, söyleme sıkışmış bir konforlu radikalizm.

Bu ikisi de bizi devrimci anlamda siyasetsizleşmeye götürüyor. Her hareketin eninde sonunda sistem tarafından içerileceğine dair bir kanıyla yoğrulan kendiliğindenci bir hareketsizlik de, kopuş fikirlerini ve ütopik ufku devreden çıkaran bir şimdiki zaman siyaseti de nihayetinde aynı kapıya çıkıyor. Bu iki zıt ama aslında kardeş tavır aslında aynı anda ihtiyacımız olan Radikal Ruh'la Esnek Beden'i birbirinden mutlak biçimde ayırıp bunların bir arada olamayacağını iddia ediyor. Bunu söylem düzeyinde yapmaktan sonuna kadar imtina etseler de (çünkü bunun kendilerini inkar etmek olduğunun farkındalar) pratikte vardıkları nokta ikisinden birini seçmeye mecbur olduğumuza dair bir uzlaşı hali oluyor. 

Kapitalizm eleştirisini sözsel bir jeste indirgeyip pratikte sadece yaşadığımız anla ilgilenen, reformizm çamurunda yuvarlanan bir siyaseti de, tavizsiz radikallik iddiasıyla yaşadığımızı unutmamız, şimdiden vazgeçmemiz gerektiğini salık veren felç edici bir devrimcilik biçimini de aynı şekilde reddetmek gerekiyor. Çünkü esasen hem radikal bir ruh'a hem de esnek bir beden'e aynı anda sahip olmadığımız sürece alabileceğimiz bir yol yok. 120 yıl önce Rosa'nın dediği bundan farklı bir şey değildi. Dön dolaş hep aynı yerdeyiz. Bir türlü alınamayan dersimiz bu sanırım. 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Hiper-etkileşimlilik çağında sinemanın ve eleştirinin sefaleti

Bir süredir, tarihin (ve sinemanın) bir nevi sonuna geldiğimiz hissiyle cebelleşiyorum. Her ne kadar bu hissin yanıltıcılığının farkında olsam da üzerine düşünmek beni ister istemez içinde yer aldığım bir faaliyet alanının işleyişini, yani sinema üretme modellerimizi ve genel olarak yaratım süreçlerini etkileyen karamsar bir tabloyla yüz yüze getirdi. Benim de parçası olduğum bir sanatsal pratiğin sistem tarafından artık manidar işler üretemeyecek biçimde formatlanmış oluşu sinemaya dair sorgulamaları da peşinden getiriyor. Öncelikle şu tarihin sonu hissimi biraz netleştirmek istiyorum. İçinde bulunduğumuz dönemin işleyişini inanılmaz bir keskinlikle tespit eden İngiliz teorisyen Mark Fisher günümüzün kültürel dünyasını betimlerken yeninin ortadan kalktığı, her şeyin var olanın yavan bir tekrarı olduğu bir kısırlıktan, metaforik ölüm halinden bahsediyor ve soruyor: “Bir kültür yeni olmaksızın nasıl varlığını sürdürebilir? Eğer gençler, sürprizler üretme gücünden artık yoksunsa ne

Vasatlaşmanın sistematiği 1 - Durum tespiti

Oldukça iddialı bir başlık olduğunun ve bunun hakkını vermenin kolay olmayacağının farkındayım ama yine de elimden geleni yapacağım. Bu ve arkasından gelecek olan yazılardan oluşacak bir dizi paylaşım daha geniş biçimlerde tartışılması ve kolektif olarak üzerine kafa yorulması gerektiğini düşündüğüm meselelere dair önermeler ve fikirler ortaya atma girişimi olacak. Temel olarak, yakından ve içeriden bildiğim bir alan olan sinema üretiminin işleyişini esas alacağım ama aslında burada bahsetmek istediğim konuların başka sanatsal ve kültürel üretim alanlarındaki sorunlarla da örtüşen tarafları olduğunu düşünüyorum. Hatta bu meseleleri başka üretim pratiklerinden gelen arkadaşlarla tartışmak bence çok önemli. Umarım böyle bir diyalog da mümkün olur. Uzunca bir süredir ve Türkiye'yi de aşan küresel bir durum olarak kültür ve sanat alanındaki vasatlaşmadan bahsediliyor. Bunda otoriterleşen ve genel olarak sağcılaşan siyasi alanın etkisi yadsınamaz. Fakat burada, görünür yüzeyin ötesi

Nelere gülebiliriz? Kimleri eleştirebiliriz? - Mizahın Etiği, Eleştirinin Sınırları

Pınar Fidan'ın sosyal medyada kitlesel bir saldırıya maruz kaldığı günden beridir bir şeyler yazmak istiyordum ama bir türlü yolunu ve formülünü bulamamıştım. Bir yandan da toplu hezeyanların bitmediği ülkemiz başka vakalar üzerinden konuyu tekrar ve tekrar hatırlatmaktan geri durmadı. Biraz kafamı toplayıp içime dert olan ve birbirine temas eden iki konuya dair kafamdaki soruları ve düşünceleri yazıya dökmeye karar verdim. Bahsettiğim bu iki konuyu mizahın etiği ve eleştirinin sınırları olarak tanımlayabilirim. Öncelikle olay gününe geri dönmek ve kendi açımdan seyrini anlatmak istiyorum. Twitter’da Pınar Fidan’ın şovundan kesilen videoyla karşılaşmam birçok insanın aksine övgü ve destek dolu birkaç paylaşım vesilesiyle oldu. Sosyal medyada da takip ettiğim bazı tanıdıklarım Fidan’ın paylaşılan videosundaki mizahı çok zekice, cesur ve yenilikçi bulmuşlardı. O esnada saldırıya geçmiş gruptan kimseyi takip etmediğim için ilk izlenimim bence sakil ve özentili bir mizah yapan bir k