Ana içeriğe atla

'Keşfin Yılı' üzerine bir diyalog

Keşfin Yılı ya da orijinal dilindeki adıyla El año del descubrimiento 2020'nin en etkileyici filmerinden. [Hatta 2020 yılında yayınlanan filmlerin çok azını izlediğim için kayda değer bulduğum tek filmdi bile diyebilirim.] 3 saat 20 dakikalık, oldukça uzun ama süresinin hakkını fazlasıyla veren bir belgesel.

Film İspanya'nın Murcia kentinde ağırlıklı olarak liman, tersane ve maden işlerinde çalışan iki farklı kuşaktan işçilerin kendi aralarındaki sohbetlerini, çalışma ve hayat koşullarına dair sorgulamalarını, tartışmalarını ve nihayetinde, 1992 yılında olan büyük ve önemli bir olaya dair anlattıklarını içeriyor. 1992 Amerika'nın Avrupalılar tarafından keşfinin 500. yılı. Bu keşfe ve uzun bir sömürgeler tarihine kaynaklık eden macerayı finanse eden ise, hepimizin bildiği üzere İspanya Krallığı. Bu tarihsel olayın yıldönümü şerefine İspanya'da farklı etkinlikler düzenlenir, Barcelona Yaz Olimpiyatları'na hazırlanırken Murcia'da beklenmedik bir olay olur. Bir süredir vites yükseltmiş olan neoliberal dönüşüme tepki olarak direnişe geçen işçiler yaklaşık 6 aylık bir grev ve eylemlilik sonunda yerel parlamentoyu ateşe verirler.

Filmin fragmanı

Film bu "müthiş hadise"nin üzerinden neredeyse 30 yıl geçmişken bizi tarihin, dönüşümün, kuşaklar arasındaki kesintilerin ve devamlılıkların, direnişin imkanının ve en nihayetinde zamanı ve mekanı delerek geçen bir sınıfsallığın ortasına davet ediyor. Bir taşra barında sadece yüzlerden, beden kesitlerinden ve direnişin ateşli anlarını taşıyan arşiv görüntülerinden oluşan bir kurguyla bize potansiyelimizi hatırlatmayı deniyor.

Filmi izledikten sonra bende yarattığı coşkuyu paylaştığım insanlardan biri de Enes olmuştu. O da filmi izledikten sonra tam üzerine konuşmaya başlıyorduk ki aklımıza bir fikir geldi. Bu diyalogu mailler üzerinden yazılı biçimde yapıp yayınlamak. İşte buradaki metin Enes'le benim Şubat ayında başlayıp bu haftaya kadar gelen yazışmalaramızdan oluşuyor.

Tabii ki yazılanları tam olarak anlayabilmek için filmi izlemiş olmak daha iyi olur, ama şart değil. İzlememiş olanlar için de güzel bir okuma olacağına inanıyoruz. Buyrun :)

-- --

Emre:

El año del descubrimiento bittiğinde şunu hissettim: film uzun süredir beklediğim büyük bir toplaşmanın başlangıcı gibiydi. Hiç tanımasam da ilk andan itibaren kendimi yakın hissettiğim insanlarla bir arada olduğum, beklenmedik yoğunlukta, istisnai bir an gibi. Neredeyse dokunulabilir mesafede bir his. 


Filmin bünyemde yarattığı coşku hali yatıştıktan sonra ilk aklıma gelen sorulardan biri şu oldu: Acaba bu film için gerçeğin dolaysız bir aktarımı denebilir mi? Belgesel sinemanın bunca zaman sonra kameranın arkasındaki bakışın öznelliğini kabul edip de bıraktığı bir çabayı, artık hakikat iddiasında bulunmayan bir anlatı türü oluşunu tam da bu iddianın yokluğuyla barışık bir yerden tersine mi çeviriyor acaba diye düşündüm. Hakikatin temsilcisi olmaktan vazgeçerek aslında hakikati aktarmanın en doğru yolunu bulmuş olabilir mi bu film? 


Film boyunca çoğunlukla insanları izliyoruz. Genelde kameraya doğru konuşmuyorlar. Bazen ikiye bölünmüş ekranların bir yarısında yakın planda gördüğümüz birileri ekranın diğer bölmesinde tamamını ya da çerçevenin bir kenarında bir parçasını gördüğümüz başka insanlara anlatıyorlar hikayelerini. Kameranın bakışı bu temasa teğet mi geçiyor? Yoksa bizzat bu teması inşa mı ediyor? Muhtemelen her ikisi de. Fakat bunun gibi belgesel yöntemine ve yaklaşımına dair sorulara gelmeden önce daha önemli bir şey var sanki. Bu sohbetleri sıradan karşılaşmalardan, örneğin sokak röportajlarından ya da alışık olduğumuz konuşan kafalardan oluşan belgesellerden ayıran bir aura var. Yüzlerden, anlatılardan, İspanya taşrasındaki 3 kuşak işçi sınıfı insanın geçmiş, şimdi ve geleceğe dair tartışmalarından beklenmedik bir yoldaşlık, bir yanyanalık, bir "biz" duygusu çıkıyor sanki.


Enes:

Bahsettiğin “biz” duygusuna değinmeden önce filmin biçimsel olarak kurmak istediği üsluba ufakça değinmek istiyorum. Belgesel tarzında bir anlatı aygıtı olarak onu cazip kılan saydamlık vurgusunun  bu filmde olmadığını fark edebiliyoruz. Özellikle bu açıdan, (teknik terimlere olan yabancılığım mazur görülürse) “iki pencere” kullanımı izleyiciyi henüz ilk kısımda söz konusu saydamlığa tanık olan bir alıcı olarak konumlamaktan ziyade, mimikler veya el hareketleri de dahil bir etkileşim uzamına sokarak onu deneyime ortak ediyor. Peki bahsi geçen deneyim sınırları belli ve ihlale kapalı, “şeyleşmiş” bir gerçekliğe mi tekabül ediyor? Bence hayır. Karakterlerin anlatıları ve hikayelerinden farklı olarak, teknik dolayımıyla yönetmen tarafından oluşturulmuş bir başka anlatı düzeyi bahsettiğim gerçeklikle ilk mesafeyi sağlıyor diyebiliriz. Deneyim uğrağının etkisi tam da burada ortaya çıkıyor. Salt bir anlatıdan ziyade, etkileşimlerin (jestler, mimikler, bakışlar ve bazen susuşların bile) baskın olduğu bir anlatı yöntemiyle karşı karşıyayız. Sanırım buradaki kritik soru, bahsi geçen etkileşimlerin bir peyzajdan ibaret olup olmadığı sorusu. Bence değil.


Emre:

Terminolojiye dair sorular ve eksikler bazen gerçekten güzel yaklaşımlara yol açıyor. Ben mesela "çift ekran" ya da "çift kanal" derdim bu kullanıma, fakat zaten bunların da doğru teknik terimler olduğundan emin değilim. Ama senin dediğin biçimiyle "iki pencere" aslında ekran ya da kanal kelimelerinde olmayan bir yakınlığı işaret ediyor. Arada bir camın, saydam bir yüzeyin kaçınılmaz soğukluğu olsa da temas mesafesinde olmanın hissini yansıtıyor. Pencerenin öteki tarafında bizden birileri var çünkü. Ve film ilerledikçe o pencere daha da çözülüyor ve bu çözülme dokunsal denebilecek bir yakınlığa da alan açıyor. 


Bu diğer taraftan da bize birden fazla noktada, birden fazla bakış açısında konumlanma imkanı da sunuyor. Anlatanı ve dinleyeni aynı anda karşıdan görebildiğimiz, ikisi arasında akan iletişimi neredeyse elle tutabildiğimizi bir deneyim yaşatıyor. Belki de bu yüzden gerçekten o masadaki bireylerden biri gibi, anlatılanları büyük bir heyecan ve hevesle dinliyoruz. Ama bence bu sadece biçimle sınırlı bir mesele değil. Çünkü anlatılanlar bizim de hikayemiz. Alabildiğine tanıdık ve tam da bu yüzden bir o kadar şaşırtıcı ve sürükleyici. Uzun süredir hiçbir diyaloğu böylesi bir iştahla takip ettiğimi hatırlamıyorum. Realist çerçevede üretilmiş kurmaca filmlerin gerçeği temsiliyetindeki danışıklılık halinin ötesine geçen, ama diğer taraftan bunu bugünün kurmaca dışı üretimlerindeki bakışı sorunsallaştıran mesafeyi de almadan yapan bir film bence. Bu yüzden de bir yanıyla bir eskilik hissine sahip ama diğer yandan alabildiğine yeni de bir deneyim sunuyor.


Peki bu pencerenin arkasındakiler kim? Bu farklı kuşaklardan insanlar tabii ki sadece bir peyzaj, rastgele bir çokluk ya da günümüz İspanyasından insan manzaraları değil. Ya da belki de hem öyle, hem de değil. İlginç olan da bu olabilir.


Enes:

Evet, filmdekiler aslında kim sorusu çok kritik. Özellikle sohbetlerin genel temasına biraz eğilmek, belki bu konuda bir şeyler söylememize yardımcı olabilir. Dinlediğimiz sohbetlerin bir tema etrafında döndüğünü fark edebiliyoruz. İçinde bulunduğumuz, halihazırda deneyimlediğimiz ve mikro ölçülerde yaşadığımız bir gerçeklik çerçevesinde gelişen diyaloglardan oluşuyor. Gündelik yaşamın hengamesinde içine sığdırdığımız kısa molalardan parçalar şeklinde görünüyor ilk bakışta. Fakat daha sonra benim açımdan filmi özel kılan bir hikayenin ortasında olduğumuzu fark ediyoruz. Yani bizim hikayemizin belirmeye başladığı noktada. Bu hikayenin anlatımını filmde özel kılan şey ise, bence filmin belirli bir kopuşla beraber bir sürekliliği gösterebilmesi. Kopuşları da içinde barındıran bir süreklilik geniş tahlilde maruz bırakıldığımız sistemin de yapısal dinamiklerini oluşturuyor aslında. Dolayısıyla filmin merkezinde işleyen bu paradoks, film özelinde İspanya’nın ve geniş çapta tüm insanlığın bizzat deneyimlediği bir şey. Bu paradoksu odağa alıp filmin oluşturduğu hikayeye dönelim şimdi. Sohbetlerde giderek gelişen ve filmin sonuna doğru açık hale gelen söz konusu kopuşun, bir anlamda geleceğin kültürel ve maddi anlamda iptali çerçevesinde geliştiğini düşünüyorum. 


Henüz neoliberal dönüşün başlangıcında gelişen olaylar ve parlamentonun yakılması ile  sendikalaşmaya dair şüphelerin oluştuğu günümüz arasındaki farklılıktan bahsediyorum. Tabii bunun aynı zamanda kendi bünyesinde bir süreklilik barındırdığının da unutulmamasına dikkat etmek lazım. Bir tarafta sömürünün biteceği umuduna sahip olsa da iş yerini korumak için yıkıcı bir mücadeleye girişen 90’lar işçisi, diğer tarafta da toplumsal dönüşüm umudunu taşımamakla birlikte, radikal güvencesizlik ortamında iş bölümü konusunda  sürekli bir değişime ayak uydurmaya çalışan günümüz işçisi. Burada çok önemli bir paradoks daha ortaya çıkıyor. İlkinde sistem içinde kalıcı bir işyeri talebine rağmen, toplumsal dönüşüme dair kıpırdanmalar ve mobilize olma potansiyeli varken, ikincisinde düzenin dayattığı sürekli değişim, toplumsal düzlemde bir çeşit felçlikle sonuçlanıyor. Yani tam da değişime olan vurgu aslında hiçbir şeyin değişmemesine hizmet ediyor. Bu, kültürel anlamda da postmodern deneyime karşılık gelen bir durum (Jameson’dan bahsetmemek için kendimi zor tutuyorum). 


Söz konusu kopuştan sonra filmi özel kılan noktaya, yani yukarıda bahsettiğim sürekliliğe gelelim. Film aynı zamanda farklı iki kuşaktan işçilerin, konumları gereği ufak nüanslar olsa da, belki biraz farklı formlarda fakat yine aynı döngünün içerisinde olduklarını gösteriyor. Bunun işleyişini sohbetlerde, mimiklerde ve jestlerde, yani en mikro alanlarda göstermesi filmi özel kılıyor. Diğer taraftan sınıfların yok oluşu gibi 3. sınıf perspektifin yanılgısını da gösterdiği için ayrıca değerli. Belki de birazcık filmin dışına çıkarak, sınıflar yok olmadı, siz sadece onların içindeki potansiyelleri felce uğratan süreci kutluyorsunuz diyebiliriz. Ama nihayetinde filmin sağladığı süreklilik bize bahsi geçen potansiyellerin larvalarını özgün bir tarzda gösteriyor bana kalırsa.


Emre:

Yazdıkların üzerine aklıma gelen ilk soru şu oldu: film bu bahsettiğin kopuş içinde süreklilik hissini, arşiv görüntülerinin kaydedildiği kamerayı bugünkü kayıtlarda da kullanarak, aynı görsel dokunun bütün filme yayılması metodu üzerinden inşa ediyor. Neredeyse iki farklı dönemin deneyimini biçimsel bir dokunuşla birbirine yaklaştırıyor. Hatta ilk başlarda uzunca bir süre, gördüğümüz bu görüntülerin bugün mü kaydedildiğinden ya da arşiv kayıtları mı olduğundan emin olamıyoruz. Peki bu aslında filmdeki işçilerin söylemlerinde ve deneyimlerinde var olan bir durumu biçimsel alana mı taşıyor yoksa bütün anlatılanlara filmi üretenlerin kendi yorumlarını getirmesinin aracı olarak biçimi mi devreye sokuyor? Yani eldeki anlatıların kendi hakikati mi bu dediğin? Yoksa orada anlatılara belli bir duyarlılık çerçevesinde yaklaşan aktarıcının yorumu mu? Ya da onun da ötesinde, burada ortaya çıkan biçim ve içeriğin temasına dair senin yorumun mu bu? 


İzlerken beni ilk çarpan şey bir kopuştan ziyade süreklilik oldu. Ama anlatıların, ilişkilerin veya deneyimlerin değil de maddi koşulların sürekliliği. 1980'lerde çırak olarak girdiği tersanede ilk gün yaşadığı kaza sonucu ayak parmaklarını kaybeden adamın hikayesinin bugünkü genç işçilerin umutsuzlıuğunda ve işsizlerin çaresizliklerinde yankılanması mesela. Bugün bambaşka formlarda ve başka ölçeklerde süren sömürünün bir yandan sürekliliğine işaret ederken, diğer yandan bu sürekliliğin sabit doğrusal bir akış içinde olmadığını, kendi içinde form ve şiddet değiştirerek dalgalandığını da hatırlatıyor. Bahsettiğin kopuş fikri de belki o noktada devreye giriyor benim için. Bu sömürünün sürekliliğine karşı 90'lar başında kullanılan mücadele araçlarının bugün itibarsızlaştırılmış, geçersiz kılınmış olması. Kuşakları biribirinden ayıran, hatta 92 direnişine katılmış işçilerin bugünün koşullarında değişen söylemlerinin arkasındaki neden de sanırım bu silahsızlandırılma, mücadele araçlarının elinden alınması durumu. Buna bağlı olarak geleceksizlik hissi de şimdiki zamanda baskınlaşan güçsüzlük hissinin boyutlandırılmış bir dışavurumu gibi. Film sanki bugünün maddi güçsüzlüğüne 92'nin silahlarını taşımaya çalışıyor. Bu karşılaşmalar ve üst üste gelmeler biraz da bunun arayışı gibi.


Enes:

92’nin silahlarını günümüze taşımaya çalışıyor tespiti oldukça isabetli. Çünkü bence onu özel kılan en keskin nokta burası. Yukarıda bahsettiğimiz klasik belgesel yapısından farklılaştığı noktalardan birisi, hatta belki de en önemlisi, filmin “varlığın çobanlığını” yapmaya yeltenmemesi. Ne işçilerin yerelliklerini kutsuyor ne de onların içinde bulunduğu koşulları yüksek gerçekçiliğin donuk çerçevesine sığdırıyor. Aksine bir sürekliliği de göstererek neyi kaybettiklerini ve bu kaybın geçmişteki izlerini de göstererek bir potansiyeli çağırıyor. Daha da önemlisi bu potansiyeli geçmişin izlerinden, belki de ezilenlerin tarihte bıraktığı çentiklerden çıkarıyor. Dolayısıyla hem tekniğin imkanlarını kullanarak hem de doğru hikayeleri seçerek 90’ların başından günümüze silahı kullanmayı hatırlatıyor bile diyebiliriz.


Ben bu noktada biraz daha derine inmeyi teklif ediyorum. Yukarıda yakaladığımız bütünlüğün ya da anlatıyı geliştiren “aygıt” diyebileceğim yapıların birliği etrafında iki farklı nesilden işçilerin hikayelerinin nerede konumlandırıldığını düşünmekten bahsediyorum. Çünkü günümüz Türkiye’sinde de sürekli karşılaştığımız eskinin sadece yoksunluklarını hatırlatıp, yeninin lükslerine ve gençlerin acizliğine vurgu yapan malum söylemi sahiplenen insanları da görebiliyoruz belgeselde. Dolayısıyla filmin bir diğer özelliği; yukarıda bahsettiğimiz sürekliliği homojen bir şekilde sunmak yerine, daha zor bir görevi üstlenerek heterojen parçaların varlığına da yer verip, söz konusu sürekliliği sağlaması. Yani bir bütünün içinde işçinin mevcut konuma geldiği süreci coşkuyla karşılayan da var, saflarını değiştiren de var ve işçinin geçmişteki koşullarına olan özlemini, kaba bir nostaljiye düşmeden gayet rasyonel biçimde şimdinin gençlerine üzülerek dile getiren de var. 


Emre

Güzel bir nokta. Hatta neredeyse bu gözle bir daha izleyeyim filmi diye düşündürdü. Çünkü sözlerin ve sohbetlerin içeriğinin ötesine geçen bütünsel bir bakışla, daha çok duyusal ve duygusal bir yaklaşımla takip etmişim akışı. Ama bu dediğin de bir yere oturuyor kafamda. İşçi sınıfının toplumsal ve kişisel tarihi ile kendi güncel koşullarını kavrayışının da nasıl parçalandığına dair bir gösterge var burada. Bunu tek tipleştirilmiş, uzlaşık bir tarihsel anlayışa ihtiyacımız olduğunu savunmak için söylemiyorum. Hatta, kolektif bilincin senin öne sürdüğün biçimde çatallanmış olması esasen bir uzlaşılar rejiminin sonucu gibi de geliyor. Daha net bağlantılandırmak gerekirse, neoliberalizmle birlikte kapitalist atomizasyonun ve bireyselleşmenin tarihsel olarak en keskin aşamaya çıktığını söyleyebiliriz. Bu da atomize oldukları bireysel köşelerinde kendi tarihlerini bir sınıf bilinci içinde ve kanaat uzlaşılarına ihtiyaç duymadan, elbirliğiyle yazma (ya da kayda geçirme) imkanı kalmayan işçileri sistemsel uzlaşıların ürettiği anlatılara ve yorum setlerine daha kolay biçimde maruz bırakıyor. Filmin belki de işaret edip henüz gösteremediği şey de bu olabilir. Bu karşılaşmaların ve diyalogların neoliberal uzlaşının var ettiği anlatıları ve kanaatleri parçalama potansiyeli yani. Ben, her ne kadar bunu filli biçimde ispat edemese ya da buna kanıt sağlayamasa da, filmin bu potansiyeli sezdirmeyi başardığını düşünüyorum. Yani senin dediğine benzer bir çatallanmayı, kendi nesnel durumuna ve tarihine mesafelenmeyi ortadan kaldıracak olanın filmin yarattığına benzer karşılaşma ve temas anları olduğunu hissediyoruz. Film için gerçekleştirilen buluşmalar resmen atomizasyona karşı minör bir durumcu müdahale yaratıyor. Şimdi düşünüyorum da sanırım beni duygusal olarak en çok etkileyen tarafı buymuş filmin. Parçalanmış bir sınıfı kısmen ve geçici bir biçimde de olsa bir araya getirme çabası. 


Enes:

Bana kalırsa minör bir durumcu müdahale en doğru tabir olabilir. Radikal güvencesizlik çağında parçalanmış mekan, zaman ve hatta insanların deneyimini bir bütün olarak hissedebilmeyi tam da söz konusu minör alanlar sayesinde gerçekleştirebiliyoruz. Bence filmi radikal kılan taraflardan birisi de bu. Ne parçalar arasında bütün kalabilmiş kahramanın serüveni, ne de radikal parçalılığın kutsanmasının anlatısı bu. Tam tersi parçalılığın tarihsel sürecini de gayet etkili bir biçimde vererek, onu bir bütünün anlatısı haline getirebilmesi filmi özel kılıyor. Bir tarafta gençlerin bireysel kurtuluş için tasarılarına denk geliyoruz, diğer taraftan eskimiş kolektivitenin aslında tamamen nostaljik diyemeyeceğimiz özlemine… Fakat eğer bu bizim hikayemizdir diyebiliyorsak da, bu zıtlığın dolayımıyla söyleyebiliyoruz. Ve bu hususta bir diğer etkileyici nokta ise, görünürde söz konusu zıtlıkların anlatımında bir denge varmış gibi görünse de, esasında öyle olmaması. Bireysel kurtuluş hikayeleri ağır basarken, kolektif deneyime olan vurgu daha fazla. Bu gerilimin daha anlaşılır olması için günümüzden basit bir örnek verebilirim. Herkes ülkeden gitmek istiyor ama aslında gitmeye iten koşullar hepimizin ortak derdi. Dolayısıyla film 92’deki işçilerin parlamento yangınına kadar giden protestolardaki ortak dertleri ile şimdinin ortak dertleri arasında çok da fark olmadığını gösteriyor bir taraftan da. Ama işte yıkıcı bir fark; herkes gidecekse, parlamentonun önüne kim toplanacak?


Emre:

Film bence bu bahsettiğin farkı, yani 92'deki kolektif mücadeleye kıyasla bugünkü genç işçilerin bireyci kurtuluşçuluğu arasındaki ayrımı merkeze almak bir yana mümkün olduğunca havada tutuyor ve bilerek üzerine çok gitmiyor. Anlatılar bu çıkarımı yapmaya yetecek malzemeyi bize verse de, film bunu bir kuşak farkından ziyade sınıf bilinci düzleminde ele alıyor denebilir. Zaten zamansal farkların yan yana getirilip birbirinin içinde eritildiği, neredeyse zaman aşırı bir işçilik deneyiminin kapsayıcı çerçevesinden aktarılıyor bu bireysel anlatılar. Dolayısıyla bu kuşaklar ya da mizaçlar arasındaki ayrımlar, işçiliği yaşama biçimlerinin bireysel ya da toplumsal düzlemdeki değişik katmanlarını ortaya çıkarıyor. Hatta neredeyse "aynı bireyci kurtuluşçuluk 92'de de vardı bugün de var" dedirtiyor. Ama tarihsel ayrımı, bireyciliğin bir dönemi tanımlayan bir özellik olmasından yola çıkarak değil de, sınıf çatışmasının maddi koşulları üzerinden ortaya seriyor. Bu anlamda sınıf bilinci kavramının bireysel bilinçten oldukça farklı bir şeyi ifade ettiğini; zihinsel bir süreç olan kendi varlığını tanıma ya da öz gücünün farkına varma halinin ötesinde bunun maddi bir bilinç durumu, eylemsizliğin kırılmasıyla ortaya çıkan toplumsal bir devinim olduğunu sezdiriyor denebilir. 3 ayrı kuşaktan işçilerin varlık deneyimi, bütün birbirine benzemeyen özelliklerine rağmen bir evrensellikte birbirine temas ediyor ve o yaşantıları çevreleyen maddi ve toplumsal koşulların kıyası daha da belirgin hale geliyor. Film bu sayede son derece öznel deneyim anlatılarından yola çıkarak bütüncül ve tarihsel anlamda da kapsayıcı bir "büyük anlatı"ya temas edebiliyor diye düşünüyorum.


Enes:

Büyük anlatı vurgusuna yeniden dönmek önemli. Ya da zaten hiç ayrılmadık mı demeli? "En uzun kabus olan tarih"in bizi getirdiği noktayı, yine bu kabusun kendisinine dönerek anlamaktan başka bir seçeneğimiz yok. Büyük anlatı bize bunun için en doğru yolu sağlıyor. Çünkü o en başından beri "anlatılan senin hikayendir" diyerek bir çentik bıraktı. Onun etrafından uzaklaşıp savrulsak bile, bir noktada hikaye devam ediyor ve yeniden başladığımız noktaya dönüyoruz. Peki film klasik "güneşin altında yeni bir şey yok" mu diyor, yoksa yeni şeylerin potansiyeline bakabilmek adına bize hikayemizi yeniden mi hatırlatıyor. Bence ikincisi...


Emre

Filmi izleyeli 3 ay, sen yukarıdaki son maili atalı da 1 aydan fazla olmuş. Bundan sonra birer tane daha yazar, toparlar, bitiririz demiştik. Bir türlü olduramadım. Şimdi düşünüyorum da, vakit geçtikçe görüntüler nasıl da yok oluyor. Sadece izlenimler, duygular ve bölük pörçük de olsa fikirler kalıyor geriye. İmajlar çağında sürekliliğin bu kadar zor erişilir bir şey olmasına şaşırmamalı. Görüntüler artık sadece kendinde şeyler gibi hatta. Varlar, oradalar ama bize temas etmiyorlar, bilişsel bariyerimizi aşamıyorlar. Varlıklarının bilgisi bize dolayımlarla geliyor ve sonra siliniyor. Temas olmadığı için herhangi bir iz de kalmıyor. Bir görünüp bir yok oluyorlar. Her şey hikaye artık. Her şey story.

Neyse. Ben şimdi bu yazışmamızı tekrar en baştan okuyup hafızamın loşlaşmakta olan kısımlarını son bir kere daha kurcalayacağım ve bu paslaşmamızın bana düşen son paragrafını öyle yazacağım.

..

Okudum. Sen bir önceki mailinde buradaki diyaloğumuzu çok güzel tamamlamışsın aslında; bir soruyla kitabı ortaya açık şekilde bırakarak ve ona kendi verdiğin cevapla bir çentik atarak. Bense şimdi bunları tekrar baştan okurken kendi sohbetimiz üzerine düşündüm. Aramızda 17 yaş var. İki farklı kuşağın insanıyız. Ben filmdeki orta yaşlı işçilere daha yakınım, sen genç olanlara. Ve filmdeki gibi iki pencere var bizi ayrı ayrı görünür kılan. İki farklı dönem, iki farklı dünya. Ama biz ikimiz aynı yerdeyiz, yan yanayız. Pencerelerin öbür tarafı da, bu tarafı da yekpare. 


Bunu şimdiye kadar fark etmemiştim, ancak bugün anlıyorum. “Keşfin Yılı” derken bir de bunu kastediyormuş sanki film. Zamanın, dönemlerin, kuşakların aslında içlerinden bir şeylerin görünür olduğu pencereler, çerçeveler olduğunu. Ama o pencerelerin ötesinde, geniş ve yekpare bir zamanda herkesin bir arada olduğunu. Ve artık bunu keşfetmek gerektiğini.


Senin soruna gelirsek, film sanki “güneşin altında yeni bir şey yok” diyor ve ekliyor: “biz onu yaratana kadar da olmayacak.”


Enes:

Evet filmle senin bahsettiğin yönde kendi hayatımız arasında bir paralellik kurmak mümkün. Bambaşka bir kültür, bambaşka bir dil ve biraz farklı yapısal unsurlar olsa da bizi bir şekilde dahil etmesi de filmin taşıdığı bir başka önemli unsur galiba. Yazışmaların yekpareliğe bağlanması hiç şaşırtıcı değil bir taraftan da. Şimdi biraz daha düşününce filmdeki anlatının tüm parçalara rağmen kurduğu bütünlüğü anlıyorum. Görünürde geçmişe nazaran oldukça farklı olan deneyimlerin bir şekilde halen aynı zemin üzerinde durduğunu görebiliyoruz. Bu zemin kayganlaşsa bile, aslında hiçbir yere götürmemiş ve benzer bir girdabın içine sürüklemeye devam ediyor. Belki de bu anlamda film farklı kuşakların ayrıksı biçimlerinin karşısında, yine farklı formlardaki aynı girdaba işaret ediyordur. Ama senin de dediğin gibi nihayetinde bunu beklenmedik bir yoldaşlık anlatısı geliştirerek yapıyor. Onu özel kılan bir diğer şey de bu bana kalırsa. Beraber bu film  vasıtasıyla ara vererek kurduğumuz ortaklığın son kertede bizim hikayemizi de içererek bitmesi oldukça keyifli de bir taraftan. Bana biraz da beraber düşünebilmenin kudretini hatırlattı bu deneyim. Güneşin altında yaratılabilecek yeni şeyler de ortaklığın ve biz duygusunun pekişmesiyle olacaktır sanırım... 


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Hiper-etkileşimlilik çağında sinemanın ve eleştirinin sefaleti

Bir süredir, tarihin (ve sinemanın) bir nevi sonuna geldiğimiz hissiyle cebelleşiyorum. Her ne kadar bu hissin yanıltıcılığının farkında olsam da üzerine düşünmek beni ister istemez içinde yer aldığım bir faaliyet alanının işleyişini, yani sinema üretme modellerimizi ve genel olarak yaratım süreçlerini etkileyen karamsar bir tabloyla yüz yüze getirdi. Benim de parçası olduğum bir sanatsal pratiğin sistem tarafından artık manidar işler üretemeyecek biçimde formatlanmış oluşu sinemaya dair sorgulamaları da peşinden getiriyor. Öncelikle şu tarihin sonu hissimi biraz netleştirmek istiyorum. İçinde bulunduğumuz dönemin işleyişini inanılmaz bir keskinlikle tespit eden İngiliz teorisyen Mark Fisher günümüzün kültürel dünyasını betimlerken yeninin ortadan kalktığı, her şeyin var olanın yavan bir tekrarı olduğu bir kısırlıktan, metaforik ölüm halinden bahsediyor ve soruyor: “Bir kültür yeni olmaksızın nasıl varlığını sürdürebilir? Eğer gençler, sürprizler üretme gücünden artık yoksunsa ne

Vasatlaşmanın sistematiği 1 - Durum tespiti

Oldukça iddialı bir başlık olduğunun ve bunun hakkını vermenin kolay olmayacağının farkındayım ama yine de elimden geleni yapacağım. Bu ve arkasından gelecek olan yazılardan oluşacak bir dizi paylaşım daha geniş biçimlerde tartışılması ve kolektif olarak üzerine kafa yorulması gerektiğini düşündüğüm meselelere dair önermeler ve fikirler ortaya atma girişimi olacak. Temel olarak, yakından ve içeriden bildiğim bir alan olan sinema üretiminin işleyişini esas alacağım ama aslında burada bahsetmek istediğim konuların başka sanatsal ve kültürel üretim alanlarındaki sorunlarla da örtüşen tarafları olduğunu düşünüyorum. Hatta bu meseleleri başka üretim pratiklerinden gelen arkadaşlarla tartışmak bence çok önemli. Umarım böyle bir diyalog da mümkün olur. Uzunca bir süredir ve Türkiye'yi de aşan küresel bir durum olarak kültür ve sanat alanındaki vasatlaşmadan bahsediliyor. Bunda otoriterleşen ve genel olarak sağcılaşan siyasi alanın etkisi yadsınamaz. Fakat burada, görünür yüzeyin ötesi

Nelere gülebiliriz? Kimleri eleştirebiliriz? - Mizahın Etiği, Eleştirinin Sınırları

Pınar Fidan'ın sosyal medyada kitlesel bir saldırıya maruz kaldığı günden beridir bir şeyler yazmak istiyordum ama bir türlü yolunu ve formülünü bulamamıştım. Bir yandan da toplu hezeyanların bitmediği ülkemiz başka vakalar üzerinden konuyu tekrar ve tekrar hatırlatmaktan geri durmadı. Biraz kafamı toplayıp içime dert olan ve birbirine temas eden iki konuya dair kafamdaki soruları ve düşünceleri yazıya dökmeye karar verdim. Bahsettiğim bu iki konuyu mizahın etiği ve eleştirinin sınırları olarak tanımlayabilirim. Öncelikle olay gününe geri dönmek ve kendi açımdan seyrini anlatmak istiyorum. Twitter’da Pınar Fidan’ın şovundan kesilen videoyla karşılaşmam birçok insanın aksine övgü ve destek dolu birkaç paylaşım vesilesiyle oldu. Sosyal medyada da takip ettiğim bazı tanıdıklarım Fidan’ın paylaşılan videosundaki mizahı çok zekice, cesur ve yenilikçi bulmuşlardı. O esnada saldırıya geçmiş gruptan kimseyi takip etmediğim için ilk izlenimim bence sakil ve özentili bir mizah yapan bir k