“İşte böyle savrulurken, bir keresinde küçük bir kuş çıktı Ziya’nın karşısına. Seyrek yapraklı, zayıfça bir dalın üstündeydi bu kuş; etrafında kopan onca gürültüye patırtıya rağmen, hiç kımıldamadan öylece duruyordu. Sessizlikten yontulmuş, yontulduktan sonra da orada unutulmuş tüylü bir heykel gibiydi neredeyse. O kadar ki, başını çevirip ağaçların arasından kendisine doğru yaklaşan ayak seslerine bile baktığı yoktu. Bu yüzden Ziya olduğu yerde kalakaldı onu görünce. Kuşun sükûneti derin bir taşa dönüştü de gelip aniden ayağına takıldı sanki. Takılınca da yürüyemedi artık, topuklarına kadar yükselen otların üstünde durdu ve sesini soluğunu keserek şaşkın gözlerle kuşa doğru baktı. O gün orada gördüğü şey, öteki kuşlara benzemeyen bu birkaç dirhemlik yaratığın sükûnetiydi sadece. Gözleriyle birlikte kalbini kamaştıran ve onu oracıkta durduran şey de buydu. Kuşun çıplak ve nazlı bir dalgınlıktan ibaret olduğunu kırk iki yıl sonra, başka bir canlıya bakarken fark edecekti aslında. Fark edince de ister istemez zihnindeki hatıra yığınlarının arasından geçerek zamanın derinliklerine geri dönecek, çoktan toprağa karışmış olan şu otların üzerine dikilecek ve kuşa doğru, hiç kımıldamadan bir kez daha bakacaktı. Kuşu görmesi, ancak kırk yılı aşkın bir sürede tamamlanacaktı böylece.”
“Heba” - Hasan Ali Toptaş (s. 62-63)
2000'li yıllarda okuduğum romanlar içinde karşılaştığım, beni en çok etkileyen pasajlardan biriydi bu. Okuduğum anı çok iyi hatırlıyorum. Kelimeler aktıkça nefesim hızlanmıştı. Alıntının bittiği noktaya gelince durmuş, kitabı kapatıp edebi coşkunun nadiren çıktığı o tepe noktalarından birinin tadını çıkarmıştım. Neredeyse bedensel denebilecek bir etkisi vardı. Elektriklenme gibi.
Bu tip aşkınlık anları çok öznel, bize ait, çoğunlukla başkasıyla paylaşamadığımız, metnin iyiliğinden ve çarpıcılığından bir nebze bağımsız deneyimler. Kitabı okuyan, o ana odaklanmış bilincimizle, zamanın akışında var olan, bizi geniş anlamda tanımlayan benliğimizin bir an gelip üst üste durduğu, dışımızla içimizin aynı pozu verdiği nadir anlar. Bu yüzden de buralarda kişiliğimize dair yapılacak çıkarımlar, kendimizi anlamamıza yarayacak ipuçları oluyor. Biraz Barthes'ın punctumu gibi, geniş bir resimde herkese farklı noktalarda kendini gösteren, göreceli sivrilikler bunlar. Bu yüzden olsa gerek, sıklıkla aklıma geliyor bu küçük alıntı. Bana her seferinde yeni bir şey söylemeye çalışıyor sanki.
Heba kesinlikle bir roman olarak bu alıntıdan çok daha fazlasını içeriyor. Ama bazen bir paragraf da bir kitaptan kopup kendi hayatını sürdürüyor. Yıllar önce okuduğum şeyin yarattığı coşku azalınca bunun anlamı üzerine biraz düşünmüştüm. Her şeyden önce, sezdirdiği çok tanıdık bir histi ama bir o kadar da tanımsızdı. Herhalde Almanca'da bile bunu anlatacak kelime icat edilmemiştir dedirtecek kadar spesifik ama bir o kadar da insanın dilinin ucuna gelen, bildik bir his. Zamanın katlanması. Yaşadığımız bir anın daha yaşarken bizi tanımsız bir geleceğe ışınladığı hissiyle, o anın ancak gelecekte tekrar ettiğinde anlamını bulacak olması. Kendi başına yakalanabilir, zapt edilebilir olmayanın ancak eşini bulduğunda, onunla üst üste bindiğinde bir anlama kavuşması.
Bir yandan da bu hafızamızın bir oyunu ya da yetersizliğinin sonucu belki de. Dejavu gibi, saniyenin onda biri sürede beliren bir ışığın, bir görüntünün bizi seneler öncesinde bir ana ışınlayıp aradaki zamanı hiç olmamış kılarak bize bir aydınlanma yaşatması. Bir ışık çakımı, bilişsel bir şimşek. Bunun kendisi bir yanılsama olabilir mi? Hafızamızda oluşan bir kısa devre olabilir mi bu durum? Peki öyleyse o yaşadığımız aydınlanmanın kendisi, zamanın parçalanmaz akışı içinde iki farklı anın üst üste binerek çizdiği o resim de bir yanılsama olabilir mi?
O kuşun 'çıplak ve nazlı bir dalgınlıktan ibaret' duruşu, Ziya ancak yıllar sonra o bakışı tamamladığında varlık kazanıyor. Ya da aslında bütün o süre buyunca var olmuş olan o şey ancak bir bedene, kavranabilir bir anlama kavuşuyor. Peki Ziya için o kuşun bu kırk iki yıllık bakışını, bu upuzun göz göze gelişi yaratan nedir? Zamanı var eden akış değil de kırılmalar, kendi içine katlanmalar mıdır aslında? Kısa devreler olmadan doğrusal bir akımın farkına varabilir miyiz? Ya o şimşek çakmasa, o ikinci karşılaşma hiç yaşanmasa ilki de hiçbir zaman olmamış mı olacaktı?
Ziya'nın o kuşla bakışması her aklıma geldiğinde bunları ve daha birçok başka şeyi düşünüyorum. Ama sanki o düşünceler de Ziya'nın bakışı gibi yarım henüz, kısa devre yapacağı bir karşılaşmayı bekliyor. Katlanmayı beklerken takılı kalmış bir an gibi. Daldaki dalgın bir kuş gibi. Öylece bir sonsuzluğun içinde, bakışıyoruz.
Yorumlar
Yorum Gönder