Ana içeriğe atla

Nelere gülebiliriz? Kimleri eleştirebiliriz? - Mizahın Etiği, Eleştirinin Sınırları

Pınar Fidan'ın sosyal medyada kitlesel bir saldırıya maruz kaldığı günden beridir bir şeyler yazmak istiyordum ama bir türlü yolunu ve formülünü bulamamıştım. Bir yandan da toplu hezeyanların bitmediği ülkemiz başka vakalar üzerinden konuyu tekrar ve tekrar hatırlatmaktan geri durmadı. Biraz kafamı toplayıp içime dert olan ve birbirine temas eden iki konuya dair kafamdaki soruları ve düşünceleri yazıya dökmeye karar verdim. Bahsettiğim bu iki konuyu mizahın etiği ve eleştirinin sınırları olarak tanımlayabilirim.

Öncelikle olay gününe geri dönmek ve kendi açımdan seyrini anlatmak istiyorum. Twitter’da Pınar Fidan’ın şovundan kesilen videoyla karşılaşmam birçok insanın aksine övgü ve destek dolu birkaç paylaşım vesilesiyle oldu. Sosyal medyada da takip ettiğim bazı tanıdıklarım Fidan’ın paylaşılan videosundaki mizahı çok zekice, cesur ve yenilikçi bulmuşlardı. O esnada saldırıya geçmiş gruptan kimseyi takip etmediğim için ilk izlenimim bence sakil ve özentili bir mizah yapan bir komedyenin gereksiz yere övgülere boğulduğuydu. Maalesef bunun sosyal medyanın alışıldık övgü hezeyanlarından biri olduğunu düşündüm. Bir süredir twitterda fevri çıkışlardan uzak duruyordum ama bu sefer kendime engel olamadım ve sonradan paylaştığıma pişman olacağım bir tweet attım. Sonrasında tereddüt etsem de tweeti silmedim. Hem hatalarımı kendim için erişilebilir tutmak adına hem de yaşanan tartışmaların izinin kalması gerektiğini düşündüğüm için olduğu gibi bıraktım. Pişmanlığım tweetin içeriğinden çok kendimi tepkisel bir yerden, bayağı bir üslupla ve twitter gibi söylemin güdükleştirildiği bir platformda ifade etmiş olmaya dairdi. Pınar Fidan’ın şovundan gördüğüm parçayı her ne kadar beğenmemiş de olsam daha düzgün ve kapsamlı bir biçimde eleştirilmeyi hak ettiğini düşünmem ve kendimi frenlemem gerekiyordu. Tepkim ona olduğundan çok onu övenlereydi. Aslında bir süredir üzerine kafa yorduğum hiper-etkileşimlilik tongasına bu şekilde kendim de bir kez daha düşmüş oldum. Sonrasında yükselen saldırıları fark ettiğimdeyse iki ayrı tweetle amacımın hedef göstermek değil de eleştirmek olduğunu ifade etmeye çalıştım. İşin bir şekilde çığrından çıkması ve genç bir komedyenin kendini muhalif addeden insanlar tarafından kendilerini düşman gören bir devlete ve yozlaşmış bir adalet sistemine şikayet edilmesi, hatta tutuklatılmaya çalışılması oldukça trajik bir ironiydi. Umarım bu zorbalıkta payı olan herkes bundan bir ders almıştır. Ben kendi payıma düşen dersi aldığımı umuyorum. Ama maalesef sonrasında olan diğer olaylar bunun çoğunluk açısından pek de öyle olmadığını kanıtlar nitelikte.

Bu olay yeniden ortaya çıkardı ki bugünün dünyasında eleştiri birbirini itham etmenin, yüzeysel övgü ya da yergilerin, tartışma ise var olan kamplardan birine eklemlenmenin ötesine kolay kolay geçemiyor. Böylesi bir ortamda sözü boğan bir diğer toplumsal baskı da kitlesel hezeyanlara, sosyal medyada her gün bir yenisine tanık olduğumuz sembolik cadı yakma ayinlerine karşı sürekli ayık olma mecburiyetinden doğuyor. İlişkide olduğumuz sosyal çevreler ve genel siyasi atmosfer tarafından oluşturulan bir etik ve politik öncelikler hiyerarşisi var. Bu öncelikler dizgesi olaylar karşısında vereceğimiz tepkileri de belirliyor. Eleştirilmesi gerektiğini düşündüğümüz işleri, politik olarak sorunlu bulduğumuz söylemleri, hatta orta sınıf şımarıklığının yegane kaçış alanı olan sinik ve apolitik boş muhabbetleri bile şuurunu kaybetmiş sanal linç güruhlarının karşısında savunmak mecburiyetinde kalabiliyoruz. Doğru ve yapıcı biçimde eleştirel olabilecek tavırlar sıklıkla kitlesel hezeyanlar tarafından engelleniyor ya da yönlendiriliyor. Çünkü karşısında iktidarı ve muhalefetiyle daha büyük bir akıl tutulmasının esiri olmuş öfkeli kalabalıklar var. Hatta bir işe dair yaptığınız bir yorum (haklı ya da usturuplu olmasından bağımsız olarak) sizi farkında olmadığınız bir lincin parçası kılabiliyor. Maalesef buna karşı geliştirebilecek en hızlı strateji sosyal medyada herhangi bir şeyi övmek ya da yermekten uzak durmak gibi görünüyor. Bu da eleştirel kapasitelerimizi güdükleştirmek, bizi de ilgilendiren konulara müdahale alanımızı daraltmak ve sözümüzü sakınmak, yani bir nevi otosansüre boyun eğmek demek. Bunun dengesini kurmaya çalışmak söylemek istediğimiz sözden neredeyse daha önemli hale geliyor. Fakat diğer yandan da söylemimizi daha özenli bir şekilde inşa edebileceğimiz, sosyal medyanın coşkulu ama sığ ve kısıtlayıcı kamusallığına alternatif olacak mecraların ortaya çıkması için de çaba sarf etmemiz gerekiyor.

Pınar Fidan’ın paylaşılan videosunda ve ona dair övgülerde beni tepki vermeye iten şey Sivas Katliamı’nı mizah malzemesi yapması değildi. Her ne kadar devletin kontrolünde organize edilmiş, kelimenin gerçek anlamıyla bir linç hareketi olan bu kanlı vahşetin hesabı hala sorulamamış, hatta failleri aklanıp milletvekilliği yapmış olsa bile tabulaştırılmasını yanlış buluyorum. Fidan’ın bir Alevi olarak buradan can acıtıcı bir mizah çıkarmak istemesini de anlıyorum. Benim esas rahatsız olduğum şey, çoğunlukla komik bulmakta zorlandığım bu mizah akımının, bu üslupsal trendin her geçen gün daha fazla kanaldan önüme çıkarılıyor ve dayatılıyor oluşuydu.

Güncel bir kara mizah formu olarak moda haline gelen, fütursuz ve tabu yıkıcı olma iddiasındaki bu komedi tarzının tarihi Türkiye’de görece yeniyse de Batı’da daha eskilere gidiyor. Yine de anonim söz söyleme imkanının ve sözünü yayma araçlarının oldukça arttığı sosyal medya çağında dünya genelinde yükselişte olduğu söylenebilir sanırım. Bu mizah bir yandan 2000'lerin başından itibaren etkisi artan siyaseten doğruculuğa karşı bir tepki olarak da gelişti. Türkiye’deki genç ve bir şekilde kendini muhalif olarak tanımlayan orta sınıf kesimden de ilgi gören bu yaklaşım takip edebildiğim kadarıyla içi boşaltılmış, eleştirel gücü elinden alınmış, dolayısıyla mizahsızlaşmış bir kara mizah taklidi olarak kalıyor. “Öyle her şeyi çok da kafaya takmamak gerektiğini” telkin eden bir kuru alay seviyesini, ergence bir “goygoyculuğu” çoğunlukla aşamıyor. Hatta öyle ki bazı esprileri bağlamından kopardığınızda mizah yaptığını iddia eden (Misvak gibi) propaganda bültenlerindeki “komiklik”lerden ayırmak mümkün değil. Eleştirel anlamda bunun az ötesine geçebilenler de henüz batıdaki bilindik formülleri tekrar etmekle yetinen, kültür ithalatçısı bir geri dönüşüm pratiğinden ileri gidemiyor. Umarım karşıma çıkmayan, şaşırtıcı özgünlükte işler de vardır ama buna dair pek umutlu değilim.¹ Bu tabii ki öznel görüşüm. Yazının geri kalanında elimden geldiğince neden böyle düşündüğümü açmaya çalışacağım.

Tabulara ve tarihteki acılara yaslanan bu tarz fütursuz mizah anlayışının Fransa’daki uygulamalarına bir dönem orada yaşadığım için biraz aşinayım. Yaşadıkları korkunç saldırı sonrası Türkiye’de de tanınır olan Charlie Hebdo dergisi bunun en bilinen örneklerinden biri. Yaptıkları mizahı hiçbir zaman komik bulamadım. Kurdukları söylemin özünde bilinçli bir ırkçılık parodisi olduğunun farkındaydım ama nihayetinde bunun dönüştürücü ya da özgürleştirici bir tarafı olmadığını, hadi onları geçtim suçluluk da içeren bir eğlence duygusuyla bile güldürmeyi başaramadığını düşünüyorum. Hatta yer yer esprilerini (Fransa’nın Misvak’ı denebilecek) Minute’ünkilerden ayırmak bile zor hale geldi. Bunun nedeni kesinlikle bir takım kutsallara saldırıyor olmaları değil. Bana esas sorunlu gelen şey bu tabu yıkma halini mizah için yeterli görüyor olmaları; ötesine geçen, özgürleştiren bir sorgulamaya ve zekaya ihtiyaç duymamaları. Mizahın böyle bir özgürleştirici işlevi var mıdır? Bilmiyorum, ama Walter Benjamin ve Emil Cioran gibi birçok düşünür bunun mizahın işlevi olmanın ötesinde doğası olduğunu iddia ediyor. Bu noktaya daha sonra tekrar geleceğim. Charlie Hebdo’ya dönersek, yaşadıkları korkunç katliamdan sonra tabii ki sahip çıkmak kaçınılmaz bir mecburiyetti ama ürettikleri içeriğin niteliği üzerine arkadaşlarımla tartışmaya o dönem de devam ettiğimizi hatırlıyorum. Fransız sosyal medya evreninde yazılıp çizilenlerden de çoğunluk açısından durumun benzer olduğu izlenimine kapıldım. Dergi artık komik bulunmayan, eskimiş, arkaik bir saldırgan mizahın temsilcisi olarak görülüyordu.

Fransa’da bu mizahın öncülerinden sayılabilecek isimlerden bir diğeri de komedyen Pierre Desproges. 80’lerde yaptığı stand-upla Yahudilere, Afrikalı göçmenlere ve kadınlara dair yaptığı bıçak sırtı esprilerle olaylar yaratmış bir isim. Şovunun Yahudilere ayrılmış kısmında yaptığı bir şaka aslında Pınar Fidan’ın Madımak esprisiyle de kurduğu mizahi yaklaşım açısından benzerlikler içeriyor. Şöyle diyor Desproges: “Benim onlarla bir alıp veremediğim yok. Hatta, Yahudilerin hala ortalıkta cirit attığı bu güzel ülke Fransa’nın vatandaşı olmakla gurur duyuyorum. Ayrıca ben öyle her söylenene de inanmam. Bana ‘Yahudiler Auschwitz’e kalabalıklar halinde gittiler, çünkü bedavaydı.’ dediklerinde kahkahayı basıyorum.”² Bağlamından koparılmış bile olsa ironisi dilsel yapısından hissedilen bu sözlerin can acıtıcı bir mizahi yaklaşımın kötü olmayan bir örneği olduğu söylenebilir. Parodisini yaptığı “sıradan ırkçı” söylemi keskin bir dilsel kurguyla aşarak mesafeli hale getirmeye çalışıyor. Yine de bu şakanın bugün 80’lerdeki kadar komik bulunup bulunmayacağından emin değilim. Bunun nedeninin sadece bu tip tabulara karşı daha hassas olmamız, meselelere siyaseten doğrucu bir muhafazakarlıktan yaklaşmamız olduğunu düşünmüyorum. En azından kendi açımdan durum bu değil. Benim için esas sebep burada gülme tepkisi verdirmesi gereken mizahi matematiğin biraz eskimiş, şaşırtma özelliğini kaybetmiş olması. Benzer bir mizahın örneklerine Amerika ve İngiltere’de de 80’lerden bu yana sıkça rastlıyoruz. Türkiye’ye de daha çok oralardan ithal edildiğini zannediyorum. Buradaki yeni kuşak mizahçılarda da çoğu zaman hissettiğim şey bu bilindik şablon hissi. Bir çeşit, Batı’dan apartılmış bir formül mizahı duygusu.

Peki gülmenin etiği neyi kapsıyor? Her şeye gülebilir, her konuyu mizaha malzeme edebilir miyiz? Herhalde bu soruların tek ve mutlak bir yanıtı yoktur. Fakat cevap aramaya yine Pierre Desproges’dan başlarsak şöyle diyebiliriz: “Her şeye gülünebilir ama herkesle gülünmez.” Dolayısıyla her mizahın belli bir muhatabı, ortak kodlar ve dünya algısı üzerinden oluşmuş doğal bir kitlesi vardır. Desproges bu sözü esprilerine Fransız ırkçı partisi başkanı Le Pen’in de gülmesini istemediğini belirtmek için söylüyor. Buradan hareketle mizahın, yapanın kimliği ve niyetinden bağımsız olarak, kimle taraf tutup kimi gülünçleştirdiği de genel geçer bir etiği aşan, önemli bir politik soru haline geliyor. Peki örneğin Yahudiler ya da Afrikalılar üzerine yapılan bir esprinin ırkçı zihniyette birine de komik gelebiliyor olması bize mizahla ilgili ne söylüyor? Katillerle kurbanları aynı anda güldürebilen bir mizah, özellikle de “kara mizah” olma iddiasındaysa neye yol açar?

Kara mizah kavramı üzerine çokça düşünüp yazan Emil Cioran topluluk içinde komik bir insan olduğundan ama her seferinde ağlamak için eve döndüğünden bahseder. Acıyla, felaket hissiyle yan yana durabilen bir gülmenin değerini vurgular. Fakat bunun için güldüren kişinin içindeki acıyı da hissettirmesi şart, hatta kaçınılmazdır. Çünkü Cioran’a göre mutlu insanlar gülmez. Gülmek her şeyden önce acının, ıstırabın dışavurumudur ve mizah söylenenden çok söylenemeyenler ile ilgilidir. Her şeyle dalga geçebilen ve hiçbir şeyle dalga geçemeyen insanların aynı oranda mizahtan yoksun olduğunu düşünür. Ona göre hakiki mizah sadece kendi başına gelen felaketlerle dalga geçebilme becerisidir; ironinin en yetkin biçimi trajedidir. Cioran pesimisttir ama sinik değildir. Sanırım onun tarif ettiği mizahın bugünkü gülmeceden temel olarak ayrıldığı nokta da bu. Günümüzde alternatif mecralarda popüler olan ‘hem nalına hem mıhına’ tarzı komedide yaşadığımız hayatın başka türlüsünün mümkün olmadığına dair bir sinizmin egemenliği, örtük bir çıkışsızlık propagandası çok daha baskın biçimde hissediliyor diye düşünüyorum. Bağımsız sinema filmlerinden stand-up komedi şovlarına, sosyal medya canlı yayınlarından youtube'daki komedi içerikli videolara farklı alanlarda her şeyin dalga geçilebilir olduğunu söyleyen, hatta onun da ötesinde hiçbir şeyin ciddiye alınmaması gerektiği fikrine yaslanan, hala bir şeylerin ciddiye alınıyor oluşuyla alay eden bir kültür oluştu. Her şeyin anlamsız olduğunda ısrar eden, iyi hissedebilmek için kuru bir gülmece çabasına yaslanan bir teslimiyet ve inançsızlık. Cioran’ın bir çeşit mizahsızlık olarak tarif ettiği bu durumu bir umutsuzluğa alışma pratiği olarak da okumak mümkün.

Diğer taraftan Cioran gülme biçimlerini de kategorilere ayırıyor. Ona göre alaycı, küçümseyen, şeytani, öldüren ya da trajik gülmeler birbirinden farklı durumların dışavurumlarını işaret ediyor. Dolayısıyla tek bir gülme biçimi ya da tek bir gülme mekanizması yok. Farklı gülmeler farklı anlamlar içerebiliyor. Peki bu gülmeler toplumsal ve politik alanda nelere yol açıyor? Gülmek sadece gülmek midir?

Mizahi bir gösteri karşısında toplu halde gülmenin niteliğine ilişkin seksen yıl önce yapılan bir tartışma bugün de keskinliğini ve geçerliliğini koruyor. Walter Benjamin ve Theodor Adorno arasında, Miki Maus filmlerinin içerdiği şiddetin tetiklediği gülme tepkisine odaklanan bir yazışma kolektif gülmenin özgürleştirici mi yoksa köreltici, teslimiyetçi bir nitelikte mi olduğu sorusu üzerine kuruluyor. Benjamin’e göre şiddet içeren fantezilerin bazı filmlerdeki ironik varlığı buna benzer eğilimlerin kitlelerde ortaya çıkmasını engelleyebilecek bir özelliğe sahip. Kolektif gülmeyi bu tarz kitlesel psikozların önlenmesine ve tedavisine katkı sağlayacak bir metod olarak görüyor. Bu tarz gülmeler her ne kadar gaddarca bir özelliğe sahip gibi görünseler de gaddarlıklar ve katliamlarla dolu insanlık tarihine bakınca bunu insanın kendiyle yüzleştiği ve gerçek anlamda insanileştiği bir süreç olarak yorumluyor. Ona göre faşizmin canavarca ciddiyeti ancak oyunbaz ve mizah dolu bir devrim fikriyle alt edilebilir. Bu bakışa itiraz eden Adorno’ya göre ise komedi izleyicisinin kolektif kahkahasında devrimci ya da yararlı hiçbir taraf yoktur. Kolektif gülme biçimi burjuva sadizminin en kötü dışavurumlarından biridir. Kültür endüstrisi tarafından pompalanan bu mizahi eğlence pratiğini iktidarın şiddetinden kaçabileceğimiz teneffüs alanları yaratmak söyle dursun, başkalarının acısıyla alay ettiğimiz ve korktuğumuz iktidarın kanatları altına sığındığımız bir duruma benzetiyor.

Tarih bu iki görüşün de yanlış olmadığını, farklı bağlamlarda birinin diğerinin önüne geçebildiğini ya da aynı anda var olabildiğini gösteriyor. Mizahın hem özgürleştirici ve sağaltıcı potansiyelinden hem de gaddarlığı sıradanlaştıran, kabul edilir hale getiren potansiyelinden söz edebiliriz. Hatta yapılan esprinin hangi toplumsal etkiye yol açacağı tam olarak yapan kişinin kontrolünde de değil. Anlatıyı içine yerleştirdiği bağlam ironik bile olsa onun da üstündeki bağlam, yani içinde yaşadığımız coğrafya ve zaman bunu geçersiz kılabilir. Özellikle “kara mizah” söz konusu olduğunda gerçekten çok zor, bıçak sırtı fikirlerle haşır neşir olduğu için komedyen ya da mizah yazarı kendini bile isteye inanılmaz bir baskının ve riskin altına yerleştiriyor. O yüzden Cioran’ın tarif ettiği mizahi inceliğe ulaşmak bazı tarihsel anlarda daha da zor olabilir. Eleştirinin çoğunlukla saldırı olarak algılandığı ve dolayısıyla öyle icra edildiği bir zamanda yaşıyoruz. Benjamin yukarıdaki tartışmanın sonunda Adorno’ya gönderdiği mektupta bu keskin tartışmayı ne kadar değerli bulduğunu anlatırken, aynı noktaya zıt açılardan tuttukları ışığın olgunun hakikatini görünür kılan esas şey olduğundan bahseder. Maalesef bugün birçok nedenden dolayı bu tarz bir tartışma etiğinden ve eleştirel kavrayıştan uzak olduğumuzu düşünüyorum. Keskin ama yapıcı tartışmalar yürütme imkanının ortadan kalktığı sanal kamusal ortam bir toplu histeriye ancak başka bir toplu histeriyle ya da her türlü şerhin ortadan kalktığı canhıraş toplu savunma hamleleriyle karşılık verebiliyor. Çatışmanın ateşi tartışmanın imkanını ortadan kaldırıyor. Geriye dönüp baktığımda o gün keşke Pınar Fidan’ın yapmaya niyetlendiği mizahı ve nerelerde tökezlediğini serinkanlılıla konuşabilseydik diyorum. Akabinde yaşanan diğer olaylarda yine benzer saldırıların hedefi olan şakaların basitliği ve zayıflığı Fidan’ın aslında nasıl zor bir yükün altına girdiği gerçeğini daha da çok ortaya çıkardı. Umarım başına gelenler onu yıldırmamıştır, mizah yapmaya devam eder ve bir gün bu olayda ona yaşattığımız cehennemin de mizahını yapmayı başarır. Biz de hakkını vererek eleştirmeyi başarırız.


- - -


¹: Küçük bir not: Son zamanlarda denk geldiğim mizahçılardan Deniz Göktaş’ın bu furyadan sıyrılıp gerçekten özgün bir şeyler çıkarabileceğini düşünüyorum. Ama sanırım bu, izleyiciden gelen talebin baskısıyla nasıl başa çıkacağına da bağlı.

²: Burada yazınsal bir benzerlikten, şakanın yapısal olarak kuruluş biçiminden bahsediyorum. Bir karşılaştırma yaparken şakaların algılandığı bağlamı ve bunun algıyı nasıl etkilediğini de tabii ki hesaba katmak gerekiyor. Pınar Fidan’ın Alevi olmasına kıyasla Pierre Desproges’un Yahudi olmamasının ya da tarihsel açıdan bakarsak, Holokost’un bir oranda hesaplaşılmış bir kötülük olmasına kıyasla Sivas’ın henüz açık bir yara olmasının farklı algılayışlar yaratması da kaçınılmaz.

Yorumlar

  1. Buraya not olarak düşmek istedim. Yazının ortasından da kenarından da temas ettiği ama hem yazıyı şişirmemek için hem de ciddi bir iş olacağı için değinemediğim çok önemli mevzular var. Mizahın türleri, gülmeyi tetikleyen psikolojik ve fiziksel mekanizmalar, saldırgan mizahın yeni akım sağcılar tarafından politik alanda kullanılışı, bir moda olarak belli mizah akımlarının seyri, mizahi bir metnin etkisini belirleyen bağlamın katmanları, sosyal medyanın mizah ve gülmece algımızı şekillendirişi ve daha bir sürü konu. :) Mizah etrafında yeniden ve yeniden tartışılması gereken birçok mesele var. Bu yazıda elimin ve aklımın yettiği kadarını toparlamaya çalıştım. Belki devamı gelir. Ya da başkaları da yazar. Okuduğunuz için teşekkürler :)

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Ha bir de sinizm ve mizah ilişkisi. Buna dair bir şeyler yazarım belki.

      Sil
  2. Sizin kara mizaha bakış açınızdan çok 'Tarihte Kara Mizah' gibi bir yazı olmuş sanki. Kendi düşüncelerinizi pek açık etmemişsiniz. Şahsen sizin sınırlara ya da yapılan mizaha karşı tutumunuzu bu yazıdan pek çıkaramadım. Kendini bir noktada kanıtlamış kişiliklerin düşünce ve ifadelerinden faydalanmanız elbette çok doğal ancak bu fikirlerin içerisinde sizin yeriniz nerede? Bu yazıda sizi daha çok eleştirinin yapılışını/yapılamayışını tartışırken görmüşüz. Yine de birkaç gündür radarıma takılan mizahın sınırları konusunda, kendim için güzel bir sonuç çıkardım. Ellerinize sağlık.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Ha bir de sinizm ve mizah ilişkisi. Buna dair bir şeyler yazın bence.

      Sil
    2. Teşekkürler yorumunuz için. Bugün moda olan kara mizah türüne dair (çoğunlukla negatif olan) düşüncelerimi ifade edebildiğimi düşünüyordum ama belki andığım büyük isimler arasında yolumu ve sesimi kaybetmişimdir :) Diğer yandan daha çok "Tarihte Kara Mizah Tartışması" gibi bir şeydi de yapmak istediğim. Çünkü her seferinde birtakım kıtaları yeniden keşfediyoruz gibi geliyor. Mizah ve şiddet (ya da inciticilik) tartışması bugün ortaya çıkmadı, üzerine yapılmış çok kapsamlı tartışmalar ve bir literatür var. Ben de beni etkileyen sorgulamaları bugünkü mizaha dair olan tartışmalara dahil etmek istedim. Kendi tutumuma dair çok kısaca belki birkaç şey ekleyebilirim. Mizahın tematik sınırları olduğunu düşünmüyorum. Sınır ihlalinin bir mizah stratejisi olarak geçerli olduğunu da. Sadece incitici ya da kara olanı değil mizahın birçok türü ihlal taktiklerine yaslanıyor. Diğer taraftan şakalar genellikle tekrar edildikçe gücünü kaybeden şeyler. Dolayısıyla şaşırtma, beklenmedik bir şekilde yakalama da mizahın önemli bir öğesi bence. Beklentiyi ya da eksikliğini kuran şey de bağlam. Şakayı kimin, kime, nerede, ne saikle yaptığı yani. Kamusal mizahla özel mizah birbirinden çok farklı şeyler. Birbirini iyi tanıyan insanların referans dağarcığıyla iki yabancınınki arasında çok fark var ve bu yapılan mizahın anlamını doğrudan etkiliyor. Bunlardan gayrı kara mizahın ele aldığı meseleler üzerinden çok politik de bir çerçevesi var, dolayısıyla "komik olan nedir?" sorunun her zaman politik bir ucu da oluyor. Velhasıl ucu gelmeyecek bir konu. Son olarak bugün belli oranda moda olan bu mizahın bana komik gelmeyişinin ana nedenleri genelde bilindik ve formül taktiklere yaslanıyor oluşu, meselesiziliği ya da meselesiyle kurduğu çarpık ilişki ve sinizmi, dolayısıyla tarih karşısında güçsüzlüğün kabulüne dayalı bir mizah oluşu. Bu yorum kendi başına yeni bir yazıya dönmeden duruyorum. Yeniden teşekkürler tetiklediğiniz için.

      Sil
  3. Teşekkür ederim bu ufuk açıcı yazınız için. Tebrikler!

    YanıtlaSil
  4. Gülmek ve eleştirmek eylemlerini yanyana getirmek ne ilginç bir seçim. Sadece bunu yaptığın için bile kafamda bir şeyler yerine oturdu gibi hissettim. Gülmeyi dürtüsel bulmakla beraber toplumsal normlara dayandığını da düşünüyorum. Eleştiriyle aynı yazıya konu edildiğinde bu ilişki kafamda netleşmiş oldu, çünkü aslında eleştirmek de benzer bir biçimde işleyebiliyor. Gülmek tepkiye benzediği için eylem olarak insanın kendine de meydan okuyabildiği bir şey. Böyle olduğu için daha çarpıcı, daha kışkırtıcı. Eleştirmek öylesine entelektüel bir faaliyet ki, zaten dürtüyle hiç ilgisi yok gibi görünüyor. Oysa ki eleştirmeye dürtüleri, gülmeye de toplumsallığı koyduğunda aslında birbirlerine çok yaklaşabildiklerini, en azından yakın olan bir yönlerini görebildim yazın sayesinde: Kimlik inşa etmek.

    Eskilerden bir futbolcu varmış, öyle safmış ki, böyle fıkralar çok çıkmış döneminde. Bir gün kahvede bulmaca çözüyor. Kahveci, çocuk gittiğinde gazeteyi kaldırırken basıyor kahkahayı. Soru: on bir ayın sultanı. Cevap: Türkanş. Yıllar sonra, sıkıldığı için bulmaca çözmeye çalışan ama beceremeyen, tanımadığım halde günün tamamını birlikte geçirmek zorunda olduğum birine biraz ortam yumuşasın diye bunu anlattım. Gülmedi. Boş boş birbirimize bakmaya devam ettik. Günün geri kalanında bu aslında pek de komik olmayan şeye ilk duyduğumda benim nasıl güldüğüm tekrar tekrar aklıma geldi. Ardından yanımdaki adamın boş bakışları... İnsanların birlikte gülebildikleriyle arkadaş olabildiklerini düşündüğümü hatırlıyorum. Neye güldüğümüz toplumsal süreçlerle şekilleniyor kuşkusuz, ama o sürecin sonunda elimizde kalanın kim olduğumuza böyle bir etkisi var. Yani bazen bir şeye gülüp, güldüğümüz için utanabiliyoruz. Elimizde olmadan gülebiliyoruz. Gülmek bizi biri yapıyor.

    Eleştiri de kiminle yan yana olduğumuzu çok belirleyen bir şey. Hatta bir anlamda doğası gereği böyle, sanki bunun için var. Onun kimlik inşa etmesi tesadüfi değil, ama dürtüyle ilişkisi? Doğrudan eleştiri deyince tam işlemiyor, bir adım öncesine dönelim: beğeni. Neticede bilirkişi raporu yazmıyoruz eleştirilerimiz beğenilerimizle sınanıyor. Bir fikri, bir eseri anlamaya, yer yer söküp tekrar takmaya çalışma emeğini harcamamızın ardında yatan nedenlerden biri de ona duyduğumuz yakınlık ya da uzaklık.

    Beğeni zaten sosyal olarak inşa edildiği, kim olduğumuzla doğrudan ilgili olduğu aşikâr bir kavram. Bununla beraber ilk akla gelen kim olduğumuzun neleri beğendiğimiz tarafından belirlendiği bir süreç. Tıpkı gülmek gibi. Neyi beğendiğin, neye güldüğün seni biri yapıyor. Tabii ki neye gülmediğin, neyi beğenmediğin de...

    Benim son günlerde üzerine bolca düşündüğüm ve bolca zaman ayırmayı denediğim halde çok az ilerletebildiğim bir gözlemim var. Muhtemelen bazı şeyler bir başına bir yere kadar gidiyor. İyi ki yazıyorsun da, bunu birlikte yapma imkânı tanıyorsun.

    Bence öfkeli kalabalıklar karşısında hiç içinden gelmediği halde savunmak zorunda kaldığını hissettiğin örneklerle arandaki meseleye dair de bir şey söylüyor aklımdaki... Öyle bir noktadayız ki, neden-sonuç ilişkisi ters dönmüş durumda. Neyi sevdiğimiz kim olduğumuzu belirlemiyor artık da, kim olduğumuz neyi seveceğimizi söylüyor sanki. Hem söz üretirken hem de üretilenle ilişkilenirken satır aralarında gerçekleşen bir iletişim bu.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Salak blogspot uzun bulduğu için yanıtlayarak kalanını da yapıştırayım:

      Şu anda dönüp bakınca naif gelecek ölçekte ama ipuçlarını taşıyan bir örnek olarak seksenli yıllarda acid/metal dinleyicileri kamplaşmasını hatırladım. Dünyada ecstacy patlamasını takiben gelişen bir müzik akımı Ankara’da orta sınıf çocukları için bir estetik tercihten ibaretti ve emojilerin atası bir gülen suratlı tişörtler, barış amblemli rozetler gibi sembollerle kendini inşa etme sürecine dönüşmüştü.

      Bugün bu gözlemi yaptığım insanlar ergenliklerini yeni bitirmiş kimlik arayışında değiller. Üstelik tam da o yaşlarında dünyanın dört yanının göstergeleri birbirinin üzerinden uçuşmaya yeni başlıyor, o ana dek naif denecek bir dünyada büyümüş olmanın şaşkınlığı içinde de değiller. Haliyle yaşanan ayrım ve ait olma duygusu da iki rozet takma basitliğinde işlemiyor. Oysa mantık üç aşağı beş yukarı aynı.

      Şimdi yaşanan sadece daha sofistike değil, aynı zamanda bana daha dürtüsel de geliyor. Yani bu davranışı gözlediğim kimsenin bilinçli, kararlı bir şekilde böyle davrandığını düşünmüyorum. Daha ziyade kendilerini bunun içinde bulduklarını, bununla mutlu oldukları için davranışı tekrar edegeldiklerini düşünüyorum. Böylece kendimi de anlayabiliyor ve dışında olmadığımı da görebiliyorum. Bende genellikle tersinden işliyor ama işleyişin ispatı için daha bile yararlı oluyor bu gözlem. Ben çoğunlukla mutsuzluğumun kaynağını buradan buluyorum.

      Çok yakın zamanlı bir örnek olarak mubi-festival işbirliğinde film beğenisiyle yaşadım. Bence bu işbirliği vizyona film girmesine benzer bir deneyim yaşattı. Listeye giren filmler üzerine hem dar hem geniş çevrelerde (whatsapp grupları vs. sosyal medyada çeşitli ölçekler) yorumlar paylaşıldı. Bu tartışmaların arasında şahsen İşe Yarar Bir Şey’in şiirselliğini asla anlayamadığım için sürekli sanki bir grup o fikrin etrafında kümelenip bir kapıdan içeri giriyor ve dışında kalıyor gibi hissettim. Film enikonu banal, çekilmiş olmak için çekilmiş bir filmdi benim için. Kaçırdığım şey sadece filme dair değil, filmde onu bulanlarla aramda da bir eksiklik duygusu yaratmaya başladı. Halbuki ben de filmi ‘şiir gibi’ bulmayı başarsaydım, sadece güzel bir film izlemiş olmakla kalmayıp, bir de bu konudaki beğenimi paylaştığım insanlarla bir kalabalığın parçası olma tatmini yaşayacaktım. Kısmet değilmiş.

      Sil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Hiper-etkileşimlilik çağında sinemanın ve eleştirinin sefaleti

Bir süredir, tarihin (ve sinemanın) bir nevi sonuna geldiğimiz hissiyle cebelleşiyorum. Her ne kadar bu hissin yanıltıcılığının farkında olsam da üzerine düşünmek beni ister istemez içinde yer aldığım bir faaliyet alanının işleyişini, yani sinema üretme modellerimizi ve genel olarak yaratım süreçlerini etkileyen karamsar bir tabloyla yüz yüze getirdi. Benim de parçası olduğum bir sanatsal pratiğin sistem tarafından artık manidar işler üretemeyecek biçimde formatlanmış oluşu sinemaya dair sorgulamaları da peşinden getiriyor. Öncelikle şu tarihin sonu hissimi biraz netleştirmek istiyorum. İçinde bulunduğumuz dönemin işleyişini inanılmaz bir keskinlikle tespit eden İngiliz teorisyen Mark Fisher günümüzün kültürel dünyasını betimlerken yeninin ortadan kalktığı, her şeyin var olanın yavan bir tekrarı olduğu bir kısırlıktan, metaforik ölüm halinden bahsediyor ve soruyor: “Bir kültür yeni olmaksızın nasıl varlığını sürdürebilir? Eğer gençler, sürprizler üretme gücünden artık yoksunsa ne

Vasatlaşmanın sistematiği 1 - Durum tespiti

Oldukça iddialı bir başlık olduğunun ve bunun hakkını vermenin kolay olmayacağının farkındayım ama yine de elimden geleni yapacağım. Bu ve arkasından gelecek olan yazılardan oluşacak bir dizi paylaşım daha geniş biçimlerde tartışılması ve kolektif olarak üzerine kafa yorulması gerektiğini düşündüğüm meselelere dair önermeler ve fikirler ortaya atma girişimi olacak. Temel olarak, yakından ve içeriden bildiğim bir alan olan sinema üretiminin işleyişini esas alacağım ama aslında burada bahsetmek istediğim konuların başka sanatsal ve kültürel üretim alanlarındaki sorunlarla da örtüşen tarafları olduğunu düşünüyorum. Hatta bu meseleleri başka üretim pratiklerinden gelen arkadaşlarla tartışmak bence çok önemli. Umarım böyle bir diyalog da mümkün olur. Uzunca bir süredir ve Türkiye'yi de aşan küresel bir durum olarak kültür ve sanat alanındaki vasatlaşmadan bahsediliyor. Bunda otoriterleşen ve genel olarak sağcılaşan siyasi alanın etkisi yadsınamaz. Fakat burada, görünür yüzeyin ötesi