Ana içeriğe atla

Edebiyatı artık neden sevmiyorum?

 Bugün bunu düşündüm. "Neden sevmiyorum?" diye değil de "edebiyattan neden koptum?" diye sorsam daha doğru belki de ama hiç bir zaman gerçek bir edebiyat tutkunu olmadım sanırım. Ama son 10 yılda okuduğum roman sayısı çok büyük olasılık iki elin parmaklarını geçmez. 2015 yılı önce büyük bir coşku (son hesapsız kolektif mutluluğum 7 Haziran'dı) arkasından da katliamlarla gelen sarsıcı bir yüzleşme içimdeki birçok şeyi öldürdü. Bazılarını ise güçlendirdi. Bu duygusal kopuşun benim edebiyattan kopuşumda da bir yeri vardır belki, çünkü 2015 öncesi daha çok okuduğumdan eminim. Ama gene de, edebiyat, özellikle de roman çok bildiğim, hakim olduğum bir alan değil. 

Beni buraya getiren Ulus Baker'in Akşam biraz fazla kaçırmışım, ne serüvendi ama! başlıklı çarpıcı yazısı oldu. Neredeyse 30 yıl öncesinden bugüne uzanan bir duru görüyle sadece edebiyat değil, genel anlamıyla sanat üretimi açısından çok önemli bir şey yapıyor, metinle sınırlı bir okumayı ya da bu işlerin birçok açıdan belirleyicisi olan yapısal arka planını, politik ekonomisini ele alsa da "sanatçının niyeti" diyebileceğimiz o mahrem, kutsal, dokunulmaz alana adım atıyor. Bu yüzden de sosyal medya cenahı tarafından hem çarpıcı bulunmuş hem de yetersiz, eksik. Ben de 6 yıl önce burada benzer eleştiriler yaptığımda, sinemayı da içine alan bir "vasatlaşma dinamiği"nden bahsettiğimde net bir reaksiyonla, kişisel zevkleri sanat eleştirisine karıştırıp oradan anlamlar üretmekle itham edilmiştim. Kimse sevdiği bir işin yetersiz olduğunun söylenmesini istemez, eleştiri nesnel bir zemine, yapısal olan bir okumaya dayansa da. Kendine üst sıralarda yer açmayı başarmış bir sanatçı figürüne dair yıkıcı her eleştiride o büyük tabu devreye giriyor "zevkler ve renkler tartışılmaz". O zaman da sonsuz görelilik içinde hiçbir şey söyleyemez hale geliyoruz. Kültür endüstrisinin koruyucu kalkanı da işte bu görelilik oluyor. 

Peki bir insan niye roman yazar? Niye resim çizer? Film çeker? Enstelasyon üretir? Herkesin buna kendince bir cevabı vardır eminim ama bizim sanatsal değeri haiz görülmüş metinlerlerle, imajlarla, eserlerle ilişkimizi belirleyen şey tam da o nedenin, sanatçının bir eser üretmeye dair attığı ilk adımın içinde bir yerlerde gizli değil mi? Bu soruyu sorulmaz, sanatçının iş üretme niyetini sorgulanmaz kıldığımızda aslında şunu diyoruz "sonuçların niyetlerle ilişkisi yoktur". Niyetsiz ibadet olmaz ama belli ki sanat oluyor.

Yazar olmakla roman yazmak, film çekmekle yönetmen olmak, sanat üretmekle sanatçı olmak arasındaki farkı sorgulanabilir kılmadığımız sürece Ulus Baker'in yazısındaki çemberin içinde kalmaya mahkumuz: "Kötü bir edebiyatın eleştirisinin de kötü halde olması kaçınılmaz. Tıpkı çöken bir toplumun toplumbiliminin de çöküyor olması gibi…"

Sansürü, baskıyı, ifade özgülüğünü konuşmak beyhude bir kendiyle yüzleşmeden kaçışa çıkıyor. Piyasayı, yapısal olanı eleştirmek bir başlangıç ama bizi öznelerin iradi etkisini tartışmaktan uzak tutuyor. Artık bir noktada sıranın niyetin, sanatın üretimindeki o temel itkinin tartışılmasına gelmesi gerekiyor. Çünkü her şeyin iktidar mekanizmalarıyla kirlendiği bu düzen içerisinde oraya bir saflık atfetmek safdillik mi yoksa sinsilik mi? Kültür piyasasının içinde biraz vakit geçirmiş herkes cevabın büyük oranda ikincisi olduğunu gayet iyi biliyor.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Şevket Bey ve Kızları

[Bu yazı Eylül 2019'da "Kız Kardeşler" filmi vizyona girdiği dönemde yazılmıştı fakat türlü sebeplerle yayımlamamaya karar vermiştim. Bir sosyal medya paylaşımı sonrası yazının tamamını soranlar olduğu için şimdi buradan paylaşıyorum.] Kız Kardeşler filminin sinema yazınında ve sinefil çevrelerde yarattığı coşku, benim gibi filmi oldukça zayıf ve sorunlu bulan insanlarda belli bir şaşkınlığa yol açtı. Açıkçası mizansenlerdeki, anlatıdaki ve karakterizasyondaki zayıflıkları görmezden gelmenin pek de mümkün olmadığını düşünmüştüm ama yanılmışım. Film gösterildikten sonra konuştuğum çok sayıda insanla üzerinde ortaklaştığım bu yargılara yazılı olarak rastlamamış olmaksa oldukça düşündürücü. Biraz da bu sebeple üzerime vazife görüp bu yazıyı yazmaya karar verdim. Fakat filme dair çözümlemelere bu bahsettiğim sinemasal zaaflarını ikinci sıraya bırakarak başlamak daha doğru olur. Çünkü bence daha önemli olan ve filmle doğrudan bir ilişki kurmamı engelleyen temel bir sorun var: ...

Vasatlaşmanın sistematiği 3 - Kanaatler toplumu

Bir önceki yazıda  günümüzde kurumlara ve toplumsal işleyişe egemen olan mutabakat ilkesinin sinema ve kültür alanında süregiden vasatlaşma ikliminde nasıl bir rolü olduğuna dair düşüncelerimi paylaşmıştım. Bu yazıda ise, bugünkü toplumsal yapıya dair ikinci bir eleştirel bakış açısının, 'kanaatler toplumu' kavramının yardımıyla açmak istediğim tartışmaları biraz daha genişletmek istiyorum. Ama tabii ki öncelikle bunu biraz daha net tanımlamak iyi olur. Bu yazıya da ilham veren ve bu kavramı teorik incelemesinin merkezine yerleştiren Ulus Baker'in 'kanaatler toplumu'na dair kapsamlı eleştirilerini özetlemek maalesef pek de mümkün değil. Yine de bir önceki yazıda giriş niteliğinde yaptığım tanımlamayı biraz daha somutlaştırmaya çalışayım. Kanaat kendine has ya da hakikatli bir düşünüşün ifadesi değil de hazır olarak edinilmiş bir yargının, basitleştirilmiş ve nüanslardan arındırılmış, basma kalıp bir görüşün ifadesi olarak tanımlanabilir. Latince kökenli 'opinion...