“İşte böyle savrulurken, bir keresinde küçük bir kuş çıktı Ziya’nın karşısına. Seyrek yapraklı, zayıfça bir dalın üstündeydi bu kuş; etrafında kopan onca gürültüye patırtıya rağmen, hiç kımıldamadan öylece duruyordu. Sessizlikten yontulmuş, yontulduktan sonra da orada unutulmuş tüylü bir heykel gibiydi neredeyse. O kadar ki, başını çevirip ağaçların arasından kendisine doğru yaklaşan ayak seslerine bile baktığı yoktu. Bu yüzden Ziya olduğu yerde kalakaldı onu görünce. Kuşun sükûneti derin bir taşa dönüştü de gelip aniden ayağına takıldı sanki. Takılınca da yürüyemedi artık, topuklarına kadar yükselen otların üstünde durdu ve sesini soluğunu keserek şaşkın gözlerle kuşa doğru baktı. O gün orada gördüğü şey, öteki kuşlara benzemeyen bu birkaç dirhemlik yaratığın sükûnetiydi sadece. Gözleriyle birlikte kalbini kamaştıran ve onu oracıkta durduran şey de buydu. Kuşun çıplak ve nazlı bir dalgınlıktan ibaret olduğunu kırk iki yıl sonra, başka bir canlıya bakarken fark edecekti aslında. Fark e...
Ara ara oraya buraya not aldığım eleştirel, karışık ve bütünlüksüz fikirlerimi bazen toparlayıp yazmak, bazen de öylece ortaya atmak için bir alanım olsun istedim.
Alanıma hoş geldiniz.